Süpervizyon ve Eğitim Analisti Giuseppe Civitarese bu makalesinde, Bion’un Çizelgesini ve Çizelgenin ‘Hakikat Dürtüsü’ hakkında bize neler söyleyebileceğini ele alıyor.
Çizelge ve Hakikat Dürtüsü
Giuseppe Civitarese
(2013). The Italian Psychoanalytic Annual, 7:91-114
Hakiki olan şey olarak, öteki olarak, duygusal ve neredeyse dünyevi bir deneyim ile ortaya çıkar; başkalarının ve kendimizin ”fikirleri” daha ziyade her birimizin fizyoginomisidir ve sevgi veya nefrette kucak açıldığı ya da reddedildiği oranda anlaşılmazlar.
Merleau-Ponty M., The Visible and the Invisible (1964, 12)
Bir arkadaşımla şuradan buradan sohbet ederken, ağzımdan Bion’un Çizelgesi ile ilgili bir şeyler yazmayı düşündüğümü kaçırdım. Aniden arkadaşımın yüzünde umutsuzlukla karışık acı bir gülümseme belirdi. Derken Grid (Çizelge) sözcüğü ona İtalyanca grida (bağırır) sözcüğünü çağrıştırdı. Kim bağırıyordu? Bu imge neyin ifadesiydi? Sahiden de, Bion üzerine çalışan akademisyenler ve Bion okurları için Çizelge neden bu kadar kötü bir şöhrete sahipti? Neden Bion’un soyut spekülasyonlar kullanma gibi sinir bozucu bir eğiliminin zirve noktası olarak görülüyordu? Bion’un Çizelgesi neden ‘kötü şöhretli’ Çizelge idi? Bu, okurlarının katlanması gereken bir durum mu? Zekice bir buluş mu? Analistin boş zamanlarını değerlendirmesi için zararsız bir uğraş mı? Onun Rubik küpü mü? Acaba periyodik tabloya mı benziyor, Kartezyen koordinat sistemine mi, amiral battı oyununa mı, bir satranç tahtasına mı yoksa askeri haritaya mı? Son olarak, bu ‘gizemli’ 2. sütunun anlamı ne olabilir? Yalanların mı yoksa rüyaların mı kolonu bu? Ayrıca, bize Grotstein’ın Bion’un tüm külliyatının kilit prensibi olduğunu söylediği ‘hakikat dürtüsü’ ile ilgili neler söyleyebilir?
Bu makalede, bu aracın bende ve başkalarında uyandırdığı hayranlık ve hafif de sinir bozukluğu doğrultusunda bu sorulara yanıt vermeye çalışacağım. İlk bölümde Çizelge’nin yapısını inceleyeceğim. Hayal gücümü serbest bırakarak, onu dinamik ve rölyefli bir şekilde sunmaya çalışacağım. Bion’un farklı kavramlarını bir araya getiren kompakt diyalektiği tam da bu denli açıkça ortaya koyması itibariyle, Çizelge bir sonraki neslin yeni yorumlayıcı hipotezlerine açıktır. Metnimin ikinci bölümünde 2. sütunun anlamını ele alacağım. Grotstein’ın bunu gayet isabetli bir biçimde rüya sütunu olarak yorumlaması doğrultusunda, temel tezim Bion’un düşünce teorisinin merkezi bir noktasını aydınlatabileceğini yönünde olacak – yani, hakikat ve ‘hakikat dürtüsü’ kavramları. Zira Çizelge’nin rüyalar, bilgi ve hakikat arasındaki bağlantılara müthiş bir bakış açısı sağladığına inanıyorum.
Çizelge’ye karşı bir dereceye kadar ikircikli yaklaşımın yaygın olduğu söylenebilir. Bion’un bunu iki muazzam kitabının (Elements of Psycho-Analysis, 1963 ve Transformations, 1965) merkezine yerleştirildiği düşünülürse, çoğu zaman görmezden gelinmesi veya kuşkuyla yaklaşılması şaşırtıcıdır. Ayrıca Attention and Interpretation‘ın başında ona ciddi bir yer ayırmış ve iki kısa ama isabetli makalesinin de başlığında kullanmıştır. Bu makalelerden ilki olan «The Grid» 1963 tarihinde kaleme alınmıştır ama yayınlanması 1997’i bulmuştur (Bion, 1997). Aslında Londra’da Kleincılar ile Freudcular arasındaki çatışmayı sonlandırmak amacıyla bir ‘lingua franca’ yaratmak için yazılmış olan bu makale, kaderin bir cilvesi sonucunda ancak uzun yıllar sonra yayınlanabilmiştir (Grotstein, 2002, 2007; Charles, 2002). En itibarlı psikanalitik teorilerin temel kavramlarındaki ortak unsurlar ayrıştırılınca, farklı ekollerdeki analistlerin arzularının güdümüne girmeden tartışmaya dahil olabileceği düşünülmüştü.
Ne de olsa, Bion’un herhangi yeni bir teori üretme gibi bir niyeti yoktu. Psikanalizde gözlem teorisiyle ilgili olsa da, asıl amacı bir meta teori ortaya koymaktı. Ortak kavramsal araziyi haritalandırabilmeyi istiyordu. Ona göre müzakereye açık tek yol, mevcut başlıca modellerde farklı şekillerde ele alınan element, nesne ve işlevleri tanımlamaktı – Propp ile masalların morfolojisi çalışmasında yaptığı gibi. İkinci makalesi ise 1971 tarihlidir ve Brezilya’da ancak 1977’de yayınlanmıştır (Bion, 1977).
Biz ise şimdi Çizelge’nin yapılandırılışına bir bakalım. Yer kısıtlılığından dolayı, okurun Bion’un düşüncesinin temel kavramlarıyla aşina olduğunu varsayacağım.
Çizelge
Çizelge, tıpkı bir bulmacadaki gibi, birbirini kesen dikey ve yatay çizgilerin oluşturduğu çok sayıda kareden meydana gelir. Böylelikle sekiz satırımız, yedi sütunumuz ve toplamda elli altı kutucuğumuz olur (veya ‘kaplar’ Grotstein, 2004, 243). Yatay satılar solda yukarıdan aşağıya doğru A’dan H’ye dizilmiştir. Her bir harf, Bion’un zihin kuramında farklı bir noktaya karşılık gelir; sırayla, bunlar β elementler (A), α elementler (B), rüya düşünceleri, rüyalar ve efsaneler (C), ön-kavramlaştırma (D), kavramlaştırma (E), kavram (F), bilimsel tümdengelimci sistem (G) ve cebirsel kalkulus (H). Öte yandan, yedi dikey sütun şu kategorilere karşılık gelen sayılardan oluşur: Tanımlayıcı hipotezler (1), ψ (2), simgelenim (3), dikkat (4), sorgulama (1963 tarihli makalenin basılmış 1997 versiyonunda bu sütunun adı Oidipus’tur) (5), eylem (6)… n. Her bir kutu (veya üç boyutlu düşünürsek, ‘çekmece’) böylelikle satır ve sütunların kesişimi sonucunda bir harf ve bir sayı ile temsil edilir.
Dikey eksenin her seviyesinde düşünce daha da karmaşık hale gelir, en somuttan en soyuta doğru ilerler, ve böylelikle öznenin filogenezini ve ontogenezini kendi içinde özetler. Başka bir deyişle, duyusal ve somut elementler ile soyutlamanın (abstraction; Latince’de ‘uzak’ anlamına gelen abs- ve ‘çekme’ anlamına gelen trahere sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur – Webster, 1961, 8) gizemli α işlevinin yürüttüğü β-elementlerinden kaldırılması sayesinde, maddeden önce α elementlerine – yani görsel, işitsel, akustik, dokunsal imgeler, koku imgeleri veya piktogramlar – sonra da rüya düşüncelerine ve dolayısıyla kavramlara ve numaralara doğru bir geçiş meydana gelir. Birbirine bağımlı veya komşu kavramlar arasındaki farkları ayırmak ve diğer elementlerin aktarımı oldukça zahmetli bir süreçtir – bana göre bunun temelinde temas yer alır (retorik, mecaz-ı mürsel, anlamda ki bu da muhtemelen algılayabileceğimiz en temel psikolojik mekanizmadır) – sonra da analoji ve metafor. Dolayısıyla sütun sezilebilen verilerin asimilasyonunun veya yorumunun, düşüncenin oluşumuna hizmet eden gerçeklik miktarının (kendi-içindeki-şey, O, İlahi olan, sonsuz olan vs.) sindirilmesinin vektörüdür.
Bion’un temel düşüncesine göre, aşırıduyarlı veya azduyarlı gerçekliğin (‘O’) zihin için bir gıda haline gelebilmesi, yaşayan bir sistemin anti-entropik kendini yeniden yaratma sürecine dahil olabilmesi için öncelikle ‘pişmesi’ yani kişiselleştirilmesi gerekir. Grotstein’dan bir alıntıyla aktarırsak (2007, 124):
Biz O’yuz ve ondan çok korkuyoruz – işte bu nedenle içe bakış esnasında hem ışığı azaltması hem de yüzümüzü gizlemesi için ‘güneş gözlüklerine’ ihtiyaç var. O, Gerçektir. Deneyimlediğimize inandığımız şey, bir ‘sanal gerçeklik’tir[EO1] – Düşlem, hayal gücü, yanılsama ve simgeleştirmenin yarattığı ışık kırılmaları ile ‘yıkanmış’ bu Gerçeklik’ten bize, zayıf sindirimimizin kaldırabileceği ‘pişmiş’ bir ‘Gerçek’ (O) kalır.
Çizelge’nin A1’den F1’e uzanan yatay eksenleri ise β elementleri çeşitli kümelenme ve karmaşıklık düzeylerinde nasıl kullanılabileceğini, başka bir deyişle 2. sütunda pişen ‘yemekleri’ ortaya koyar. Tanımlayıcı hipotezler bölgesi, alışveriş yapılan süpermarkettir (O ile arayüz), 2. sütun ise (C2) restoranın mutfağıdır. Bazen aldığımız çiğ yiyecekler kullanılamaz – yani β elementler zihinselleştirilemez – ve nihayetinde eylemde ya da bedende dışarı atılırlar. Böylelikle A6’ya yerleşirler. C2’nin dönüştüremediği bazı β elementler vardır. Örneğin 1. satırdaki β elementler, ‘düşünce ile ilişkili olan fakat düşünce olmayan, planlanmamış bir darbe gibi elementler’ (Bion, 1977, 3), düşünceden ya da semantik bellekten geçmeden eyleme dönüştürülürler; ne de olsa 4, 5 ve 6 numaralı kutular boştur. Gelgelelim, deneyimlerimizden ve sezgisel olarak bildiğimiz üzere örtülü belleğin dosyalama sistemlerinde sensorimotor şemalar halinde depolanabilirler. Dolayısıyla, kati bir dille diyebiliriz ki ‘saf’ β element diye bir şey yoktur. Yine Grotstein’a (2007, 46) göre, bebek ‘semiyotik bir birey’ olarak doğar ve Chomsky’nin (2007, 45) yaratıcı sözdizimine benzer iptidai (kalıtımsal) bir α işlevine sahiptir. Grotstein β elementleri bu işlevin ürettiği ama zihnin reddedip aşağıladığı α elementler, deneyimin kişisel olmayan ve sahiplenilmemiş kalıntıları olarak görür. Bu da, β→α dönüşümünde Bion’un harflerin alfabetik sırasını tersine çevirmesini açıklar.
Apsisteki kategorilerde ayrıca giderek artan bir karmaşıklık düzeyi görülür ve filojenez ile ontojenez – bu defa kullanılarak – toparlanır. En ileri seviyede eylem yer alır. Eylem bazen düşüncenin antitezi olarak görülür ama bu her zaman doğru bir varsayım değildir. Aradaki farkı yaratan, eylemin düşünce filtresinden mi geçtiği (Çizelge’nin daha alt satırlarında bulunur) yoksa A satırı içinde mi kaldığıdır: İkinci durumda, eylem üstüne düşünülmemiş veya itkisel demektir. Bu en fazla bir deneme eylemi diyebileceğimiz bir düşüncedir; çevreyi uyumlu bir doğrultuda değiştiren bir eylemden (Freud’un ‘spesifik eylem’i) veya iç dünyada halihazırda mevcut olan davranış şemalarının yeni deneyimler doğrultusunda şekillendirildiği bir eylemden ziyade, bir ön-kavrayıştır.
Izgara
Bion, Çizelge’nin seans verilerinin ‘puanlanması’ ve kişinin bu verileri gözlemleme yetisini artırması amacıyla kullanılmasını önermiştir. Çizelge’nin herhangi bir pratik kullanımının olabileceği fikrini hemen bir kenara bırakmak gerekir. Analizin olgularını seans esnasında etiketlendirmeye kalkışmak için, yine Bion’un öne sürdüğü zihinsel olumsuz kapasite koşulundan, hastaya her seans sanki ilk defa görüyormuş gibi bir gözle bakmayı sağlayan naiflik veya ‘İnanç’ durumundan, feragat etmemiz gerekir (Bion, 1992). Ayrıca sezgileri ifade etmek ve onları disiplinli bir biçimde kullanmak için otantik bir dil (bir ‘başarı’ dili) bulmak da zorlaşır. Hastayla yalnızca bilinç düzeyinde özdeşim kurma, onu rasyonel açıdan anlama, ve kişinin analizini maddesel gerçeklik olgularıyla kısıtlı tutma riski doğar.
Bir seansta meydana gelenlerin karmaşıklığını kutucuklara sıkıştırma çabası, başarısız olmaya mahkumdur. Analizin değişkenlikleri her zaman aşırıbelirlenmiştir, çok boyutludur ve ikirciklidir. Ancak a posteriori olarak anlaşılabilirler ve asla tamamen anlaşılamazlar. Bir anlamda, erteleme analizin değişmez bir parçasıdır. Her anlamın tamamen anlaşılabileceği varsayımını barındıran ‘çokanlamlılık’tan ziyade, anlamın analizde nasıl oluşturulduğunu ve hiç berraklaşamadan sürekli ‘kayıp gitmesini’ en iyi anlatan, Derrida’nın ‘yayılma’ (dissemination) kavramıdır (1972). Sema ve semen sözcüklerinden üretilmiş bu tabirin ortay attığı anlamın tesadüfiliği ilkesi, Freud’un Nachträglichkeit kavramından radikal bir kopuş gösterir: Her defasında bağlam farklı olacağından, her metin her zaman yeni şekillerde okunabilir ve bu okumaların hepsi isabetli olmak zorunda değildir.
Analist Çizelge’yi seanstan sonra bir zihin jimnastiği aracı olarak da kullanamaz. Seansta meydana gelenleri Çizelge’nin kategorilerine yerleştirmeye çalışarak süreci şemalaştırdığını iddia eden makaleler kadar sıkıcı bir şey olamaz ki bu da bir Olumsuz Çizelge işlevi görür. Bu bakımdan, Bion da nihayetinde daha kötümser bir görüş benimsemiştir. Çizelge’nin temel sorununun yine Çizelge’nin kendisi olduğunu sık sık dile getirmiştir. Ayrıca, özellikle de mekanik bir kayıt sistemi kullanması halinde, her bildirimin inançsız olacağını savunmuştur. Aslına bakarsanız, Bion analiz deneyiminin ancak estetik olarak kavranabileceğinin farkındaydı[1] (Bion, 1967; Ogden, 2007). Ben ayrıca bu deneyimin yalnızca analistin öznel anlatısında kavranabileceğini de eklemek isterim; zira bu anlatıda seans yeniden düşlemlenir ve böylece en gerçek yanları bilinçli ve bilinçdışı olarak özetlenmiş olur.
Öte yandan, Çizelge’yi Bion’u anlamak ve teorisini ilerletmek için kullanmak en faydalısı olacaktır. Örneğin, Çizelge Einstein’ın enerji, kütle ve ışık hızı arasındaki ilişkiyi ifade eden meşhur formülü gibi görülebilir. Başka bir deyişle, Çizelge’de de estetik nitelikler açısından hiçbir eksiği olmayan, sağlam bir biçimde inşa edilmiş ve pek çok analistin asıl önemini anlamakta zorlandığı bir teorinin muazzam bir sentezi vardır. Bion’un da ifade ettiği üzere, ‘Görsel imge […], yanal iletişimin büyük gücüne sahiptir’ (Bion, 1977, 23). Çizelge’de yer alan psikanaliz unsurlarını değerlendirdiğimizde, Bion’un düşüncesinin örtülü ve ayrıca şaşırtıcı pek çok yanı ortaya çıkar – bu yanlar sözel olarak ifade edildiğinde bu kadar göze çarpmazlar.
Gelgelelim, eğer içindeki unsurların (kavramların) doymamış yapısına ağırlık verirsek, Çizelge gözümüze soyut bir tablo gibi görünmeye başlar. Çizelge’yi etraflıca ele aldığımızda, kaotik ve belirsiz bir arkaplanda bazı figürlerin öne çıktığını keşfedebilir ve bu figürleri, tıpkı bir Rorschach testinin kayıtlarını inceler gibi, karşılıklı mutabakata dayalı bir geçerleme sürecine tabi tutabiliriz. Yine, olabildiğince fazla çağrışım uyandırmak arzusuyla ressamların bazen yaptığı üzere, Bion’un kavramlarına da İsimsiz adı verilebilir.
Barındırdığı parçalardan biri doğrultusunda, Çizelge çok çeşitli gerçekleşme olasılıklarını bekleyen bir ön-kavrayış, yalnızca ‘teknolojik’ olmayıp aynı zamanda yeterli ölçüde ‘açık’ olan bir teorik aygıt, olarak düşünülebilir (Charles, 2002) çünkü yeni düşüncelerin ve içgörülerin doğmasına vesile olur. Bion’un Çizelge’nin bazı parçalarını genişletme ya da farklılaşmış Çizelgeler yaratma önerisi de buradan kaynaklanır. Açık yapısı sayesinde, Çizelge Bion’un İnanç kavramı ile ne kast ettiğini ortaya koyar. Yukarıda da işaret edildiği üzere herhangi bir mistisizm göndermesi barındırmayan bu kavram, bilinçdışı düşüncenin her daim açık atölyesindeki imgelerin açığa çıkması için kendine zaman tanıyan bir kişinin zihinsel tutumunu özetler. Bion’a göre, İnanç bilimsel bir kavram ya da araçtır; tıpkı Husserl’ın epoché‘si gibi. Bu ayrıca, analistin seçilmiş bir olgunun ortaya çıkıp kaosa düzen getirmesi için sabır göstermesi ve bu olgunun er ya da geç ortaya çıkacağına inanması gerektiğine tekabül eden bir kavramdır. Bir seansta İnanç sahibi olmak demek, kişiliğin psikanalitik işlevinin binoküler (bilinçli/bilinçdışı) görüşüne güvenmek demektir (elbette burada bu ilkeyi Çizelge’yi açıklamak ve yorumlamak için kullanmaya çalışıyorum).
Çizelge’yi ruhun Freud tarafından çizilmiş bazı daha meşhur haritalarıyla kıyaslamak da ilginç olabilir. Çizelge, zihnin bölmelerinden ziyade faaliyetlerini, işlevlerini ve dönüşümlerini temsil eder. Freud’un ilk topografi şemalarında, farklı unsurlar Bilinçdışı, Bilinç ya da Önbilinç bölmelerinde hangi pozisyonda yer aldıklarına göre tanımlanır. Bir bölmeden diğerine geçebilmek için iki ruhsal sansür bariyerinin aşılması gerekir. Çizelge’nin Kartezyen koordinat sisteminde ise içerik bu kadar kati olarak belirtilmez. Her şey daha akışkandır, hareket halindedir. Önceden tanımlanmış ruhsal sahalardan ziyade, enerjinin ‘ilkel bir elektrik devresinde olduğu gibi, kablolardan vs.’ akışına şahit oluruz (Bion, 1977, 32). Bildiğimiz üzere, Bion’a göre psikanaliz dönüşümler alanında yer alır.
Gelgelelim, Çizelge aşırı dinamik fenomenleri yalnızca statik olarak temsil eder. Tam da bu nedenle, Bion okurları onu anlamakta zorlanırlar. ‘Çalışır’ halde görülebilse, bu kadar anlaşılmaz olmazdı. Bunu gerçekleştirmek için Çizelge’nin bir tür canlı modelini yapmak gerekir. Ancak o zaman atomaltı α element parçacıklarının sütundan sütuna ve satırdan satıra dolaşarak nasıl ‘fikir atomları’ oluşturduğu gösterilebilir (Bion, 1992). Bunun için belki kendi başlarına yanıp sönerken birden devamlılık kazanan ve neredeyse algılanamaz bir halde biçimde birleşerek farklı renklere, veya metafordan kaçınacak olursak duygu ve düşüncelerin (Çizelge’nin içeriği) farklı derecelerdeki dönüşümlerine, bürünen renkli ışıklar kullanılabilir. Bu tıpkı yanınızdan geçip karanlıkta kaybolan bir arabanın farlarına, limanın girişindeki deniz fenerinin sinyaline, bir havaifişeğin geride bıraktığı ışık izlerine veya Arnold Dreyblatt’ın (1998-99) ‘mistik yazı tahtası’ndan ilham alarak oluşturduğu ve IPA’nın 2007’de Berlin’de gerçekleşen kongresinde sergilenen The ReCollection Mechanism isimli enstalasyonuna benzer.
Bion Çizelge’nin bu tür kusurları olduğunun farkındaydı ve kendisi de canlı bir modelinin oluşturulmasını önermişti. São Paulo derslerinin birinde (Bion, 1978) ve daha sonra Tavistock Seminerleri‘nde (Bion, 2005, 63) şöyle der: ‘Çizelge’yi köşelerinden tutup çekersek bir ızgarayı (grating) andırmaya başlar; farklı kategoriler arasındaki alan giderek ufalır’. Benzer şekilde, gözlemin köşe noktalarını da gerektiğinde ayarlayabilecek kadar esnek olmalı ve şeyleri ilk başta yeterince kontrollü değilmiş gibi görünen şekillerde (hayali varsayımlar) bir araya getirebilmeliyiz. Izgara (grating) sözcüğü, Çizelge (Grid) sözcüğünün aksine fiil kökenli olması dolayısıyla halihazırda daha dinamik bir noktaya işaret eder. Grotstein da (2007, 245) alfa işlevinin ‘ham β elementleri ayrıştırmaya yarayan bir ızgara’ görevi gördüğünü söyleyerek bunu destekler.
Bütünüyle ele alındığında, yeni bir metapsikoloji bakımından, Çizelge’yi ruhsal faaliyet filminin ‘arkaplan müziği’ olarak da görmek mümkündür. Çizelge, beyin faaliyetlerinin görüntülenmesine benzer bir işlev gösterir; duyulara gelen uyaranların doğasına ve yoğunluğuna göre serebral kortekste meydana gelen faaliyetlerin farklı renklerle ortaya konması gibi, zihnin herhangi bir andaki işleyişi ikinci veya üçüncü seviye soyutlukta temsil edilir. Bu da, örneğin, bir bilim kurgu filminde bir sinir yolağının işleyişinin sürekli değişen, baş döndürücü bir sahne sekansıyla gösterilmesine benzer[2]. İşte o zaman, bir β elementinin, yani halihazırda ruhsal düzene ait olmakla birlikte bir şeyin niteliklerini halen bünyesinde barındıran bir oluşumun, zihin prizmasına girip bir ışık hüzmesi yelpazesine dönüştüğü görülebilir. Bu hüzmeler kimisi ters ve tali olmak üzere farklı yollardan ilerlerler; süpersonik hızlarda birbirlerine dolanır ve birbirlerinden ayrılırlar. Böylelikle, Freud’a (1891) göre ruhsal yoğunlaşma süreçlerinin temelinde yer alan sinir yolaklarının yapılanması, bu defa somut biçimde, ortaya koyulur. Her bir durumda, bedenden zihne, maddeden ruhsala, geçişin ‘büyük patlaması’ vardır. Halen somutun ve simgesel denklemin odak noktası olan tanımlayıcı hipotezden (burada belki bir oluş bakımından onaylanmayı bekleyen bir şey fikri hipotez kavramının doğal bir parçasıdır) sembolik düşünceye doğru gerçekleşen kuantum sıçrayışının tekrarını gözlemleriz.
Bu dönüşümlerin nasıl gerçekleştiği meselesi ise halen tartışmaya açıktır. Eğer Çizelgeyi onları yöneten bir aygıt olarak düşünürsek, o halde süreçten gelen verilen proto-duygulardan ve proto-duyumlardan oluşur. Bedenin O ile, gerçek ile, das Ding ile (Lacan, 1986), sürtünmesi sonucunda ortaya çıkan duyusal kıvılcımlar hemen kendi devrelerine girer ve rölelerine erişirler. Çizelge, öznellik duyumaltı veya duyumüstü gerçekliğin atomik tozundan tıpkı bir rölyef gibi belirdiğinde ne olduğunu üç boyutlu olarak gösterir. Özneyi ortaya çıkarak dönüşüm süreçlerinin bir izlenimi ortaya koyar. Başlangıç noktası, özne ile dünya arasındaki ayrımın nihayetinde keyfi olmasıdır. Böyle değilmiş gibi yapsak da, şeylere yönelik dışsal – yani aşkın – bir görüşe sahip değilizdir. Sağduyumuz buna mutlak biçimde ikna olmuş haldedir. Gelgelelim, algı yalnızca bir metindir, Wittgenstein’a göre, bir gibi görmedir (Borutti, 1999).
Fütüristlerin sanat alanında mümkün olan her biçimiyle ortaya koymaya çalıştığı üzere, beden ile çevresi iki taraflı olarak birbirine nüfuz eder; aralarında daimi bir geçişmeli enerji alışverişi vardır. Kendiliğin sınırları, elektromanyetik alanlar arkaplan olarak alındığında dinamik durumlar olarak belirir. Özne, bir ‘ilişkiler alanıdır’ (Merleau-Ponty, 1945); kendisini gerçekten ayrıştırarak var olur ve kendisini asla ondan tamamen bağımsız kılamaz. Balık için su, kuş için hava ne ise, gerçek de odur. Gerçekle bir parça özdeşim, yaşam için olmazsa olmazdır. Gerçek ile arayüzü şema biçiminde ortaya koyan Çizelge, kendimizi gerçekle bağlantılı olarak yeniden keşfetmeye ve onun bir parçası olduğumuzu hatırlamaya zorlar.
Çiftyönlülük
Çizelge’nin bir diğer önemli özelliği de her iki yönde kullanılabilmesidir; soldan sağa ve yukarıdan aşağı. Bir düşünce, eylem ya da rüya, görüntüsünü muhafaza etse bile duygusal boşalma bakımından somut bir değer kazanabilir. Bir α elementi kısmen parçalanıp yeniden bir β elementine dönüşebilir fakat üstünde halen bir miktar anlam parçaları yapışık kalacaktır. Örneğin bir rüya dönüştürülmemiş duyguların tahliyesi için kullanıldığında, bir kavram basite indirgendiğinde veya bir element kişiliksizleştirildiğinde, ona anlam verenlerden mahrum bırakıldığında meydana gelen tam da budur.
Bu olasılık ayrıca C1’de yer alan elementlerin doğasını tanımlamamıza yardımcı olur: Örneğin her seviyede gerçek α elementleri, rüyalar veya kavramlar vs. yoktur fakat α elementlerinin ön-kapsayanları, öncülleri olarak β yığınları vardır. Yani saf, ayrışmamış bir gerçeklikten ziyade kendine özgü bir hal almaya başlayan bir gerçekliğin yansımaları vardır; şimdiden daha biçimsiz bir gerçekliktir bu. Veya C2’den zihinsel bir şeye dönüşmeye hazır duyusal izlenimler ya da, regresif olarak, bir kavramın yalnızca suretini taşıyan elementler yani sahte kavramlar vardır. Bunun bir örneği, halüsinasyonlardaki dönüşümdür; bu olgu, gerçekliğe dair doğru algıların sonsuz bir arka plana yansıtılması ve birbirinden koparılması nedeniyle nasıl anlamından mahrum kalabileceğini ortaya koyar.
C1’i semiyotik (Kristeva, 1974), kategori öncesi bir duyu seviyesi olarak düşünmek mümkündür. Bu nedenle halen örtülü veya kısmidir. Merlau-Ponty’nin bedenselarası veya duyusalarası olarak nitelendirdiği bu seviye yalnızca örtülü, bastırılmamış veya erişilemeyen bilinçdışında kayda alınır (Bion, 1997).
Yatay eksende olduğu üzere, dikey eksen de ters yöne, yani aşağıdan yukarıya, çevrilebilir. Bu fizyolojik bir gerçektir. Genelde α elementler şeyleri bilmeye, β elementler ise onlardan habersiz olmaya hizmet ederler. İki işlev de en az diğeri kadar önemlidir. Bion (1992, 182) şöyle yazmıştır:
α elementler olmadan bir şey bilmek mümkün değildir. β elementler olmadan ise bir şeyden habersiz olmak mümkün değildir: Bunlar, yansıtmalı özdeşimin işlevinde asli önem taşırlar. İstenmeyen her düşünce bir β elemente dönüştürülür, kişilikten çıkarılır ve ardından bireyin tetiklediği zulmedilme korkularının farkında olsa da kendisinin farkında olmadığı bir olgu haline gelir.
α ve β elementlerinin toplamı için ‘bilgi dağarcığı’ terimini kullanmayı tercih ediyorum. Dolayısıyla bu terim bireyin bildiği ve bilmediği her şeyi kapsıyor.
Düşünme kapasitesi dendiğinde önemli olan β’nın α’ya oranının zaman içindeki değişimini gösteren eğridir. Çizelgenin satır ve sütunlarının yerinin Meltzer’in (1986, 1987) tabiriyle Olumsuz Çizelge ile değiştirilmesine vesile olan çift yönlülükle karıştırılmamalıdır. Olgun bir zihinde bu vektörlerin ileri geri yer değiştirmesi, Ogden’in (1989) tarifiyle, çeşitli ‘pozisyonların’ (otistik-bitişik, paranoid-şizoid ve depresif) dengeli işlev göstermesine denk düşer ki bu vesileyle kişisel bir deneyim hissi ortaya çıkar.
Olumsuz Çizelge kavramı, α işlevinin yürüttüğü dönüşümler arasındaki serbest, progresif ve regresif etkileşimlerin yerini belirgin ve sabit bir tersine çevirmenin aldığına işarettir; bir grubun temel varsayım modunda olması gibi. Başka bir deyişle, savunma diyalektiği, duygu ve bilinçdışı olma biçimleri tek bir işlev moduna çöktüğünde ortaya çıkan şeydir. Olumsuz Çizelge’de tartışmasız bir şekilde patoloji alanındayızdır. Dolayısıyla, mesele Çizelgenin içindeki, 2. sütunla alakalı bir olumsuzlamadan ziyade, Çizelgenin kendisinin olumsuzlanmasıdır. Yürürlükteki -L, -H ve -K bağları deneyimi duygusal renginden arındırır; böylelikle hezeyan sistemi kişiliğin içine yerleşir (Meltzer, 1986).
Bu arada, Çizelgenin bu şekilde -G’ye dönüşme becerisi her zaman olumsuz bir nitelik taşımak zorunda değildir çünkü yalnızca uzun vadede, eğer duygusal sorunları çözmek için daha uygun bir yönteme dönüştürülmezse uyumsuz hale gelen bir ruhsal savunmayı ifade eder. Örneğin hipokondriyanın bir belirtisinin ilk ortaya çıkışı, olumsuz bir kapsayan-kapsanan dönüşümüne (-♀♂) işaret olabilir – yani simgeleme sürecinin ya da anlam bakımından içi boşaltılmış imgelerin (otitik) kullanımına doğru bir regresyonun göreceli tersine dönüşü. Gelgelelim, genele baktığımızda, bunun ruhsal niteliklerle yeniden bağlantı kurma çabasına işaret ettiği söylenebilir ki bu da yeterli somato-ruhsal bütünleşmenin sağlanabilmesi için başarıyla sonuçlandırılması gereken bir girişimdir (Civitarese, 2011a; 2011b).
Çizelgenin Ruhsallıklar Arası Boyutu
Satırlar ve sütunlar arasındaki geçişlere etki eden faktör, α işlevidir (ve sonra da düşünceleri düşünmek ve düşlemek için aygıtın α-meta işlevi). α işlevi tek başına boş bir kavramdır; hakkında çok az ya da hiçbir şey bildiğimiz zihin olaylarını temsil eden bir x’ten ibarettir. Dolayısıyla da kendini bir ruhsallıkiçi kavram olarak ortaya koyar. Kullanımı duygusal uyumu merkez alan anne-çocuk ilişkisi ile kısıtlı tutulduğu takdirde kavramın üzerindeki gizem bulutu hayli dağılacaktır. Yeni doğan bebeğin iptidai bir bilinci vardır ama onu tamamlayan bir bilinçdışı yoktur (Bion, 1967). Bilinç ile bilinçdışını ayıran ve birleştiren temas bariyerini inşa etmeye ve yıkmaya yarayan α işlevi henüz faaliyete geçmemiştir veya daha ancak ilkel bir durumdadır (Grotstein, 2007). Kendiliğin tamamen bilince erişmesi anlamında ‘Bilinçlenmek’ (Bion, 1962, 15) yani ‘Ben’ deme becerisi geliştirmek ancak bilinçdışının ve kendinin farkında olma kapasitesinin de oluşmuş olmasıyla mümkün hale gelir. Bunun gerçekleşmesi için, çocuğun ilkel α elementlerinin anneye özgü hayallemeden vazgeçmemesi gerekir. Dolayısıyla α işlevinin gelişimi için biyolojik olgunlaşma tek başına yeterli bir zemin değildir fakat mutlaka bir önkoşuldur.
α işlevinin ruhsallık içi kökeninin Çizelgede rol alıp almadığı merak edilebilir. Bion’un teorisinin adamakıllı özneliklerarası yapısının Çizelgede temsil edilmemesi ciddi bir eksiklik olurdu. Bu sorunu Bion (1990, 32) São Paulo seminerlerinin birinde dile getirmiştir. Katılımcılardan biri, “’Anne-bebek’ modelini Çizelgede göstermek mümkün mü?” diye sorunca Bion şu yanıtı vermiştir: “Gösterilebilseydi, görsem imgelem dönüşümleri alanındaki (C3) bir şey tarafından gösterilirdi. Mesela ‘Dün gece bir rüya gördüm’ demek gibi; uykuda olduğu üzere savunmasız haldeyken görülen bir şey sözcüklerle tarif ediliyor.” Peki bu ne demek? Söz konusu Bion olduğundan, bunun cevabını vermek kolay değil. Ben şöyle bir yerden düşünüyorum: İlk olarak, bu basitçe hayalleme kavramına işaret ediyor olabilir. İkincisi, teorilerin (F satırında yer alan) aksine, bu yanıta göre Bion C satırında (rüyaların, efsanelerin ve halüsinasyonların satırı) bir model ortaya koyar ve sonra, daha farklı ve spesifik bir düzeyde, Bion anne-çocuk modelini (gerçek anne-çocuk ilişkisine karşılık) rüyanın kendisinin aksine, rüyanın bildirilmesine denk tutar; yani konuyu en az rüyalar kadar soyut, hakkında doğrudan bilgi sahibi olmanın mümkün olmadığı bir olgunun şemalaştırılması bakımından ele alır. Bu da, bilinçdışı, ilkel ve derin bir iletişim biçimine dair ortak deneyimle ilişkilidir. Biz bu deneyimin metapsikolojik açıklamasını yansıtmalı (ve içe atmalı) özdeşim ile hayalleme arasındaki etkileşim üzerinden yaparız. Nasıl ki uyanık haldeki birey hafızasında kayıtlı olan rüya imgelerine anlam yükler, onları tanır, isimlendirir ve kendisine ya da başkasına naklederse; biz de anne-çocuk etkileşimini bilimsel bir model vasıtasıyla naklederiz. Bion verdiği bu yanıtla, genel olarak model kavramına atfettiği konumu açıkça göstermiş olsa da, anne-çocuk modelinin Çizelgede nasıl temsil edildiğini söylememiştir.
São Paulo seminerinde kendisine yöneltilen soruya başka bir yanıt daha verilebilirdi: Anne-çocuk modelini bizzat Çizelgenin yapısı simgeler. Şimdi bu görüşü biraz daha açalım.
Çizelgenin görüntüsü bir fraktalı[3] andırır; yani kendisini her ölçekte kopyalayabilen bir geometrik şekil. Çizelge de, bir ideogram misali, zihnin (düşünce) uyaran ile eylem arasında yer alan seçici zarını (Bion bunun bütününe fikir sözcüğünü temsilen I harfini vermiştir, 1963, 4) temsil eder. Eylem A, fikir işlevi I’nın uyaran S’ye biçtiği değere bağlıdır. Yani A = I (S). Böylelikle, aradaki temas bariyerini temsil eden bir taksim işareti[4] ile ayrılan/bağlanan bir çift terimimiz olur.
Çizelgeyi yakından incelediğimizde, bu yapının satır ve sütun boyutlarında tekrarlandığını görürüz. Kabaca ifade edersek, yatay eksenin tamamı dikey ekseni yansıtır. C1, yatak satırdaki β kategorisinin yansımasıdır: Her ikisi de zihinselleştirilmemiş ruhsal elementlere atıfta bulunurlar. A ve B satırları arasındaki yatay çizgi, β elementleri piktogramlardan (α-elementlerden) ayırır. B ve C arasındaki çizgi ise piktogramları rüya ve düşüncelerden ayırır. Bu sınırları aşmak, yani önce β’dan α’ya (β ile rüyaların, efsanelerin, anlatıların ve halüsinasyonların arasındaki elementler) , sonra da α’dan rüya düşüncelerine ve dört başı mamur düşünce ve rüyalara varmak, C1 ile C2 arasındaki sınırları (α işlevinin gerçekleştirdiği dönüşümler) aştıktan sonra C2 ile C3 arasındakileri (düşünceleri düşünmek ve rüyaları görmek için kullanılan aygıtların gerçekleştirdiği dönüşümler) aşmaya eşdeğerdir. O halde, bu doğrultuda düşünüldüğünde, C satırını 2. sütunun (ψ); D satırını (ön kavrayış) 3. sütunun (gösterim); E satırını (kavrayış) 4. sütunun (dikkat); ve F satırını (kavram) 5. sütunun (sorgulama) yansıması olarak görmek mümkündür. Hatta D, E ve F kutuları (ön kavrayış, kavrayış ve kavram) belki tek bir grup olarak ele alınabilir. Aynısı 3, 4 ve 5. sütunlar için de geçerlidir (gösterim, dikkat ve sorgulama). Bu satır ve sütunları da onları aynı anda hem ayıran hem de birleştiren bir arayüz aracılığıyla diyalektik bağlantı halindeki zıt çiftler olarak görmek mümkündür. Bu arayüzleri, yatay ve dikey çizgiler temsil eder.
Öte yandan, aynısını genel anlamda Çizelgenin satır ve sütunlarının iç düzeni için de, gderek azalan bir ölçekte, söyleyebiliriz. Hem Çizelgenin kendisinde hem de satır ve sütunların temsil ettiği ikinci dereceden eleklerde bulunan, taksim işareti ile ayrılan/birleşen (bu da bir işleve eşdeğerdir) asli yapı, kutuların sınırlarını çizen ve üçüncü derece elek görevi gören çizgilerde de mevcuttur. En büyük ölçekten en ufak ölçeğe, Çizelgenin önce satır ve sütunlara sonra ise kutularına varıncaya kadar tamamını eşit sayıda yarı-geçirgen zarlardan müteakip taksim işaretleri veya ‘temas bariyerleri’ olarak düşünebilir. Bu bariyerlerce aynı anda hem ayrılan hem de bir araya getirilen iki alan bu doğrultuda diyalektik bir karşıtlık kazanır. Peki bu neye işaret eder? Bu demektir ki, iki alanın sabit ve özerk birer anlamı yoktur; birbirlerine göre tanımlanırlar.
Metateori seviyesinde (teorik seviyede) bakıldığında bu yapının Bion’un duraklamayı aşma yönteminin genel ilkesini ve bu ilke doğrultusunda analitik deneyim alanını tanımlayan tüm klasik karşıtlıkları diyalektikleştirmesini yansıttığı düşünülebilir. Bunun en belirgin örnekleri, gece rüyaları ile gündüz düşleri (uyanık rüya düşüncesi) arasındaki, Cs ve Ucs, birincil süreç ile ikincil süreç, haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi vs. arasındaki ayrımların hükümsüz kılınmasıdır. Ne de olsa, eğer Çizelgenin üst kısmı birincil sürece ve bilinçdışına, alt kısmı ise ikincil sürece ve bilince denk düşüyor dersek, bu iki alan aralarında net bir ayrım çizgisi olmadan birbirleri ile birleşirler.
Bion’un düşünce teorisi açısından bakıldığında ise bu takıntılı yansıtıcılığı bebeğin psişesi için nesnenin üstlendiği ayna işlevi ile benzeştirmek mümkündür. Ayna işlevinde yansıtmalı ve içe atmalı özdeşim süreçleri aracılık yaparlar ve yansıtılan görüntü içselleştirildiğinde bir var oluş hissine, özdüşünüm (birde iki olma) kapasitesine dönüşür.
Çizelgenin herhangi iki elementini seçerek elde edilen ve bir taksim duraklamasıyla (her kutunun kenarları) ayrılan çift böylelikle hem yapı hem de işlev itibariyle anne-çocuk ilişkisini (genellikle ‘çift’ dendiğinde akla gelen ikili) ve ona dair oluşturduğumuz modeli simgeler. Bunu asıl gösteren de, kapsayan-kapsanan mekanizmasının işleyişi hakkında bir fikir verebilen tek ilişki modeli olması gerçeğidir. Bu mekanizma, her seviyedeki kutular arasındaki geçişi yönetir ve α işlevi de onun bir ifadesidir.
Çizelgede temsil edildiği oranda, bu yapısal süreklilik her zihinde esas teşkil eden dualiteyi (grup doğasını) yansıtır. Sözdizimi, makroskobik ve mikroskobik seviyelerde anlamın esasında ruhsallıklar-arası (iki veya daha fazla kişi arasında) olan doğasını ve Bion’un ruhun doğuşuyla ilgili radikal oranda sosyal/politik teorisini andırır. Fraktal metaforunu daha da ileri götürecek olursak, bu ikili/grup-tipi seviye, daha geniş çapta düşünüldüğünde birbiriyle diyalektik ilişki içinde olan iki veya daha fazla Çizelgenin (G1, G2, G3 … Gn) doğal bir devamı gibi görünecektir.
Yalnızca bilinçdışı ile bilinç arasındaki bir filtre gibi değil, aynı zamanda her ‘kapsayanın’ gözeneklerini yönetme alanında uzmanlaşmış bir zemin olarak düşünüldüğünde bariyer, zihnin (Çizelgenin/Fikirin) şematik anatomisini tarifler. Kapsayan-kapsanan mekanizması (♀♂), bunun fizyolojisini temsil eder. Bu kavramı Bion (1963), Kleincı yansıtmalı özdeşim teorisinden ‘soyutlamıştır’:
Dağınık deneyim elementleri, onlara tanınabilen bir biçim sağlayan bir kapsayanın içinde bir araya geldiklerinde anlam kazanırlar. Bu ilişki diyalektiktir ve roller bakımından tersine çevrilebilir. Kapsayan da kapsanandan etkilenir. Başka bir açıdan bakarsak, daha geniş çapta ele aldığımızda, her kapsayan da bir kapsananı temsil eder. Bir ‘kapsayanı’ veya ‘kapsayanı’ elbette ruhsal bir konum olarak değil, bir süreç olarak anlamak gerekir. Sabit zarflardan ziyade, ”kapsama ya da kapsanma” durumu söz konusudur (Bion, 1963; Ogden, 2005).
Bion’un ruhsal dönüşümleri anlatmak için kullandığı kavramlar arasından, kapsayan-kapsanan (♀ ♂) mekanizması en genel ve soyut olanıdır çünkü Ps↔D salınımının, olumsuz kapasite ile seçilmiş olgunun (NC ↔ SF) ve PI ↔ düşlemleme çemberinin en nadir paydasıdır. Oysa kapsayan-kapsanan (♀ ♂) mekanizmasının çeşitli biçimleri (asalaksal, simbiyotik, ters çevrilmiş veya olumsuz) hem ruhsallık içi hem de ruhsallıklar arası seviyelerde kullanılabilir.
Kapsayan-kapsanan (♀ ♂) mekanizması, Çizelgenin bir satırından diğer satırına geçişi her durumda yöneten unsurdur. Bu nedenle, her seviyede, taksim işareti aynı zamanda türbülansın ortaya çıktığı yerdeki bir arayüzdür. Kapsanan, kendisi için biçilmiş kaftan sayılabilecek bir kapsayıcı bulsa ve bu ikisi artık birlik oluştursalar bile, tıpkı bir antijenin antikoru ”tanıması” gibi, süreç asla (tamamen) sancısız geçmez: İki tarafın da birbirini tanıdığı ve aynı zamanda yadsıdığı bir etkileşim gerektirir. Birlik olmak, bir pazarlık sürecinin sonucudur. Bu süreçte kendiliğin ve, karşılığında, ötekinin bazı yanlarının feda edilmesi gerekir. Kategorileştirmede olduğu üzere sonradan kullandığımız kavramlarda kendimizi görebilmemiz için, şeyler arasındaki farkları ortadan kaldırıp benzerliklerin altını çizmemiz (yani soyutlaştırmamız) gerekir.
Her taksim işaretinde, proto-duygular (elbette kesin bir tanımı mümkün olmayan ve pek çok farklı duruma işaret eden bir terim) kapsayan ile kapsanın arasındaki tanınma mücadelesinin seslerini kaydetmeye başlar. Tanınmadan yani bir fikrin, bir düşünce filminin içinde kapsanarak bir itim veya çekim hareketini temsilen biliş ve/veya motivasyon seviyesinde kullanılmadan önce, aşırıyı taşımakla görevlidirler. Duygular zihne, nesne ile (dünya ile) ilişkisinin durumu hakkında bilgilendirmeye yapar. Yatırımlarının dengesini gösterirler. Gelgelelim, eğer dönüşümden geçmezlerse, uçsuz bucaksız bir zihinsel alanda dağınık halde kalırlar. Bu da kişinin cerrahi bir şok nedeniyle ”iç kanamadan ölmesi” ile sonuçlanabilir (Bion, 1970, 12).
Zihnin Gizli Ressamı
Çizelgenin bölümlerinden şu aşamada özellikle 2. sütun ile ilgileniyorum. Aslına bakarsanız Çizelgeye yaklaşımımda da Grotstein’ın (2007, 236) okumasından ilham aldım:
Bana göre temas bariyeri, α işlevi ve nesnesi ile akrabadır. Bion’un Çizelgesindeki 2. sütunu yalnızca yalan sütunu (inkar) değil de aynı zamanda değilleme sütunu olarak görürsek, buraya denk düştüğü söylenebilir. Bu sütun, bir nesnenin bir diğerinden ayrıştırılması için (ikincil süreç) gereklidir. Dolayısıyla ben temas bariyerini α işlevinin devamı olarak görüyorum.
Yine:
Bana göre 2. sütun, 1. sütundaki β elementleri estetik açıdan değiştirip (yarı-sahteleştirip) α elementleri Çizelgenin kalan kısmına zihinsel olarak nakletmeye uygun hale getirme görevi taşıyan bir rüya sütunudur – yani, α işlevi sütunu (2007, 249).
Ben de Grotstein’ın görüşleri doğrultusunda bu ”gizemli” 2. sütunun Çizelgenin gerçek teorik hazinesi olduğunu öne sürüyorum çünkü temas bariyeriyle karşılaşan α işlevinden türüyor.
2. sütunun önemli hemen kendini belli eder. Gördüğümüz kadarıyla C2’den önce düşünce yoktur ama C2’den sonra her düşünce ”sahtedir”! Başka bir deyişle, Çizelgede β elementler C2’ye geçmeden önce hiçbir şeyin anlamı yoktur. Daha önce belirttiğimiz üzere, C1’de de kavramlar yalnızca β elementlerin eklentisi biçiminde vardır. Düşünceden ziyade, rüyada görülmeyi bekleyen ”düşünce ruhları”dır bunlar; yani proto-kavramlar ve ön-kavrayışlardır. Akan (ama akmaması da mümkün olan) nehir değil, nehrin yatağı olmak gibi. C1’de şeylerin duyumu (İng. sense; Lat. sentire; hissetmek) vardır belirginliği (İng. significance, Lat. signum; belirti, işaret) (yani anlam) yoktur; tüm zihinsel içerik somuttur. Buradaki çelişki, iletişimde semiyotik bir kayıttan semantiğe doğru çizgisel bir ilerleme hayal edilerek aşılabilir; yani duyumdan belirginliğe (anlam).
Bu açıdan düşünüldüğünde, C2 olumsuzun işlevleri için bir sütun olabilir ki bu da bastırma, bölme, yadsıma, reddetme, değilleme vesaireyi de kapsamak üzere geniş bir yelpazeye yayılır (Green, 1998). Herhangi bir zihinselleştirme sürecinin başarıya ulaşabilmesi için mutlaka 2. sütundan geçmesi gerekir. 2. sütun, estetik işlemleme (düşünme/rüya vasıtasıyla duyunun/aisthesisin iyileştirilmesi) yetkilisidir. O’yu kurgusal bir hakikate dönüştürür; yani az çok paylaşılan bir yalana.
İlk sütundaki herhangi bir element, tanımlayıcı hipotezler, β elementlerden doğarlar. β elementler, henüz düşünce teşkil etmeyen duyum yığınlarıdır[5]. Dolayısıyla, düşünceye dönüşebilmeleri için, ψ (psi) filtresinin ”sahteleştirmesinden” geçmeleri gerekir. Bion’un bu sütunu aynı anda hem pseudos (yanıltma, yalan ve aynı zamanda ”şairane kurgu” anlamında) hem de psyche (psişe, ruh) sözcüklerinin karşılığı olan ψ işareti ile adlandırması tesadüf değildir (Derrida, 2005; Chantraine, 1999). Zihin burada doğar. Zihin (mind) ve yalancılık (mendacity) sözcüklerinin ikisinin de kökeni mens sözcüğüdür (López-Corvo, 2002, 309): ”Eğer α o şeye yapılmadıysa, bir şeyin bilinçdışı hale gelmesine izin veremezsiniz” (Bion, 1992, 139). Bilinç, α işlevine bağlıdır. 1. sütunun elementleri ancak C2’den geçtikten sonra rüyaların, düşüncelerin, anıların veya dikkatin erişimine açılırlar. Buradan geçmedikleri takdirde farklı karmaşıklık düzeylerindeki henüz düşlenmemiş birer β oluşumundan ibaretlerdir. Belki de β’yı α’nın zemin katı olarak düşünmek iyi olabilir. Belki saf β elementlerin var olması mümkün değildir çünkü aksi takdirde, Grotstein’ın dediği gibi değeri düşürülmüş ya da, Bion’un tabiriyle, iptidai α elementleri olurlar.
Düşleme, anlam yaratmaya (esasında, α işlevi) yönelik bilinçdışı bir psikolojik çalışma olduğu için C satırında bulunmaz. Orada bir işlev değil, kapsanan olarak yer alır ama 2. sütunun tüm seviyelerinde mevcuttur. Bu nedenle, Grotstein (2007, 284) onu aynı zamanda rüyalar sütunu olarak tanımlar (”2. sütunun kapsama-düşleme-düşünme görevi vardır!”). Bu görüş, Bion’un (1963, 80n) kaleme aldığı bir notla da desteklenebilir: ”C2 kategorisinin rüya düşüncesini içermesi amaçlanmıştır […]”. C satırı ile 2. sütun arasındaki fark işte budur. Öte yandan, C satırının önemli olmasının bir nedeni de Çizelgede bilinç düzeyindeki düşünce ile bilinçdışı düşünce, simetrik düşünce ile asimetrik düşünce, birincil ve ikincil süreçler, haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi, canlıcılık ile soyutçuluk arasındaki ideal bir denge noktasını temsil etmesidir.
Öte yandan, C satırındaki unsurlar olan gece rüyaları ve gündüz düşleri başta olmak üzere düşlemenin her biçimi, rüyaları düşlemek için kullanılan bir aygıt tarafından, bir tür α-meta veya süper-işlev tarafından üretilir (Ferro, 2006). Diğer alt satırların ise (D, E, F) kökenleri düşünceleri düşünme aygıtındadır. Her iki işlev de α işlevinin ürettiği rüya düşüncelerinden faydalanır (α elementler). Dil ediniminin α işlev ile rüyaları düşlemek ve düşünceleri düşünmek için olan aygıtın (veya aygıtların) arasında yer aldığı söylenebilir ama sonuçta neden iki ruhsal mekanizma arasında bu kadar radikal bir ayrıma gidelim ki? Bir matematik şekli olan fraktal benzetmesi buraya da uyarlanamaz mı? Her ne kadar Bion rüyaların üretiminin ve kullanımının iki farklı sisteme yol açabileceğini belirtse de, α işlevi, rüyaları düşlemek ve düşünceleri düşünmek için kullanılan aygıt aynı temel işlevin giderek karmaşıklaşan seviyeleri veya sofistikeliği (soyutluğu) giderek artan ürünlere uyarlanan unsurlar olarak düşünülebilir.
Belki aradaki gerçek tek fark şu olabilir: O’yu pişirmek için bazıları çiğ besin olarak semiyotik dili alarak yola çıkarlar, bazıları ise önden pişirilmiş simgesel dili; oysas her ikisi de basitleştirme ve/veya kategorikleştirme dürtüsünü ifade eder. 2. sütunun sağ tarafında yer alan ruhsal içeriğin tamamına, β elementlerden en soyut düşünce veya eyleme kadar her ilerleme seviyesinde düşleme nüfuz eder. Düşleme cebire de sızar çünkü benzeşen ile benzeşmeyeni eşleştirmeden doğar. Gelgelelim, doğada iki eşit şey yoktur; aradaki farklar görmezden gelinmediği sürece. Birbirinin aynısı iki ağaç bulamazsınız. Kendi kendime bir ”ağaç” kavramı yaratırsam veya iki ağacı bir araya getirirsem, birini diğerinin metaforu olarak kullanıyorum demektir; yani birinin özelliklerini diğerine aktarmış, aradaki farkları ortadan kaldırmış olurum ki bu, bildiğimiz üzere, C2’nin işidir! Bion (1992, 71, vurgular bana ait) şöyle yazar:
Yürümeyi öğrenmekte olan bir çocuk, bilinçteki malzemeyi bilinçdışı hale getirmeye çalışmaktadır. Ancak bunu başardığında yürüyebilir. Aynısı, her tür öğrenme için geçerlidir – başarısı, rüya çalışmasının merkezi operasyonlarının bilinçli malzemeyi uyanık haldeki bilinçdışı düşünmeye uygun hale getirmek amacıyla bilinçdışına dönüştürme becerisine bağlıdır.
Soyut düşünce de bir dizi bilinçdışı süreci ve kafa karışma potansiyeli taşıyan uyaranların nötrleştirilmesini varsayar. Sonuçta bu, Freud’un ”Project” (1895) taslağında annenin çocuğu rahatsız edebilecek uyaranları fiziksel olarak ortadan kaldırması gibi düşündüğü bastırma mekanizmasının özü sayılabilir. Bilmek, β elementleri α elementlere dönüştürmek, unutma, taklit etme (hayal etme ve şekillendirme bakımından), resimdeki gereksiz detayları arka plana atıp yokmuş gibi davranabilme kapasitesi gerektirir:
Hiçbir şey deneyimlememe kararlılığının her uyaranı reddetme ya da yok sayma beceriksizliği ile bir arada bulunduğu görülecektir. Duyusal izlenimlerin bir miktar anlam taşıdığı fark edilebilir ancak hasta bu anlamı bilemeyeceğini hisseder (Bion, 1962, 18, vurgular bana ait).
Şeyleri duyumsamamız ancak, tıpkı filmin fiziksel malzemesindeki görünen ve görünmeyen karelerin yer değiştirmesi gibi, algıya kaçınılmaz olarak nüfuz eden sanrısal elementin değillenmesi süreci sayesinde mümkün olur (Botella & Botella, 2001) . Bir kalbur misali (Freud, 1895), α işlevi kendi amaçlarına hizmet eden elementleri tutar, kalanını reddeder.
Dolayısıyla 2. sütun nihayetinde bir yanda düşleme ve bunun bilincinde olma kapasitesine asimile olmuş insan, gerçek ile diğer yanda gayrışahsi, biçimsiz ve sonsuz O’nun insan-öncesi elementi veya asla uyanılamayacak birincil hayvan bilinci rüyası arasında bir menteşedir. Tanımlayıcı hipotezler sütununda henüz bir zihin yoktur çünkü onun varolabilmesi için kendiliğe ait olan ile olmayanı ayırt edebilme kapasitesi gerekir. İki olgunun sürekli tesadüf etmesi, bir komşuluk bağı ile bu seviyede bir araya gelmesi, henüz düşünülemez. Gerçek simgeleştirme henüz yoktur. Bu ancak ψ ile, bilinçdışı ”yalan söyleme” ile ortaya çıkar. Düşlemek, ancak 2. sütundan sonra bir zihin oluşturur. Öte yandan, C2’den önce bile ego daha oluşmamışken bile var olan ve bir yandan çocuğa anneden geçen (annenin çocuğun gelecekteki α işlevini ikilinin bir parçası olarak barındırdığı ölçüde), diğer yandan da içkin psikofiziksel yatkınlıkların, ön-kavramsallaştırmaların ve birincil düşlemlerin vs. biçimini alan bir duyum mevcuttur.
Psikanaliz için Hakikat Nedir?
Peki o halde 2. sütun pek çok yazarın yorumunun ve muğlak bir şekilde de olsa bizzat Bion’un işaret ettiği üzere yalan merkezi mi, yoksa düşleme merkezi mi? Yalancılar tedavi edilebilir mi? Ve eğer düşünce tamamen sahte bir şeyse, öznenin bir ”hakikat dürtüsü” doğrultusunda hareket ettiği önermesinin anlamı nedir? Çizelgenin işlevinin (Çizelgenin temsil ettiklerinin) lokomotifi bu mu?
”İkinci” Çizelge deneyindeki bir paragrafa göre Bion C2’yi Klein’ın kendisine özel olarak ilettiği bir görüşüne karşılık olarak oluşturmuştur: Yalancılar alt edilemez. Bion, bir analiz seansı esnasında, Klein’a bu konuda katılmadığını zira Klein’ın yansıtmalı özdeşim teorisinin ”analiz sürecinde bir dizi yalan beyanat olarak ortaya konabileceğini” (Bion, 1977, 5) ifade etmiştir. Bu açıdan düşünüldüğünde, analizde yalan söylemeyecek tek bir hasta bulamazsınız. Bion bunun hemen ardından (istemli) yalanlar ile sahtelik arasında bir ayrıma gitse bile sorunu ortadan kaldırmaya yetmemiştir.
Bir insanın hayatta kalma kapasitesinin yanılsama – kabaca ifade edersek, kendisine yalan söyleme ve genel anlamda yalan söyleme – kapasitesine bağlı olduğunu Bion bizzat kabul ediyordu: ”Gerçek yaşamı kabul etmek zordur çünkü hayal kırıklığı gerçek yaşamın asli bir parçasıdır. Uç durumlarda, düşüncenin gelişimini baltalar” (1977, 28).
Tekrar:
[…] insanın sağlığı ve sağlıklı kalma kapasitesi, ırkının zihnin felaketi olacak hakikatlere karşı kendini kandırma kapasitesini özel yaşamında da sürdürerek gelişim sürecinde kendini korumasına bağlıdır (Bion, 1992, 192).Gelgelelim Bion, bu varsayımla çelişkili görünen bir başka görüşünde de hayatta kalma kapasitesinin ”sürekli bir hakikat arzı” ile mümkün olduğunu öne sürer (1992, 99). Zira hakikat, zihnin gıdasıdır. Dolayısıyla da hakikat arayışını merkezi bir dürtü olarak konumlandırır. Bu doğrultuda, Meltzeveren Bion’un teorisini ”epistemolojik” olarak değerlendirir, Grotstein da bir ”hakikat dürtüsü”nden bahseder.[6]
Bundan yola çıkılarak, Bion’un klinik pratiğinde soyuttan ziyade göreceli bir hakikat kavramı kullandığı sonucuna varılabilir.[7] Analistin duruşu hiçbir zaman bir ahlakçının, filozofun veya tarihçininkine eşdeğer değildir; aksi halde, daha farklı soruşturma yöntemleri kullanırdı. Yine bu doğrultuda, yatırımsal kaidelerin dilinde doğru yorumu inceler, mantıklı savların kesinliğini değerlendirir, belgeli kanıtlar arardı. Oysa analizde, hakikatin yalanın mutlak antitezi olduğunu iddia etmenin hiçbir manası yoktur. Bunun yerine, hakikati psikanalizin teorik-klinik alanına özgü parametreler doğrultusunda, bilniçdışı/bilinç, örtülü/açık, sürdürülebilir/sürdürülemez gibi ikili karşıtlıklarla beraber tanımlamak gerekir. O halde şimdi bunları sırasıyla ele alalım.
İlk olarak, önemli olan öznenin bilinçdışı hakikatidir çünkü eğer ortada bir ruhsal ızdırap varsa, kişinin kendisiyle ilgili bildikleri yetersiz demektir: Zihin için yeterli gıda yoktur. Öte yandan, bilinçdışı/bilinç parametresine geldiğimizde, ”yalancının yalanı maskemsi rüyalarda hakikati beyan eder” diye de bir görüş söz konusudur (Grotstein, 2007, 149). Bazı durumlarda, yalan söylemek hastanın kendisini kaygı ve acıdan korumasının, anlaşılmasının tek veya en etkili yolu olabilir. O’nun hakikati ve O ile karşılaşma da (düşleme vasıtasıyla kişisel biçimde anlamlı hale getirilmesi gereken anonim, belirsiz ve sonsuz gerçeklik) kasti yalanlarda istemsizce ifade edilir. Tıpkı bir rüya, düşlemleme veya belirti gibi (Ogden, 2001), yalan da öznenin bilinçdışı deneyiminin doğrudan bir görüntüsü değil, bir metafordur. Bu nedenle, analist açısından, yalan sorunu ancak bir belirti olarak ortaya çıkabilir; hiçbir şekilde, tedavide aşılmaz bir engel değildir.[8] Haliyle de bilinçli maksatlılık parametresi, düşüncenin sahteliği ile hakikat ihtiyacı arasındaki çelişkiyi çözmemize yardımcı olmaz.
Tanım itibariyle bilinç düzeyinde ancak açık bilgiye (bir duygu veya fikir) sahip olabiliriz; bilinçdışı düzeyde ise açık veya temsili ”hakikat” (bastırılmış bilinçdışı) ile onun örtülü-duygusal veya temsili olmayan karşılığı (erişilmeyen veya bastırılmamış bilinçdışı) arasında bir ayrım yapmak gerekir. Dolayısıyla, hastanın hakikat alanını genişletmek onun kendisi hakkında daha çok şey bilmeyi veya nasıl yaptığını söyleyemese de daha fazla şey yapmayı (örneğin, bazı durumları duygusal açıdan daha iyi karşılayabilmeyi) öğrenmeyi kabul etmesi anlamına gelebilir. Bu, öznenin yetisinin yalnızca fikirlere dayandırılamayacağı bir alandır (öte yandan fikirler, yaşamdaki başka alanlarda veya amaçlarda yeterli olabilirler).
Paragrafın başında Bion’dan alıntılarla halihazırda desteklenen üçüncü parametre – sürdürülebilirlik/sürdürülemezlik – belki de Bion’un başlangıç noktası olarak öznelliklerarası bir psikanalitik teoriyi savunan vizyonunu en iyi yansıtandır. Bion’un (bizlerin) analizde önem verdiği hakikat, zihni besleyen ve ancak duygusal açıdan sürdürülebilir (ve iç dünyanın ekolojisiyle uyumlu) olduğunda, aşırı düzeyde hayalkırıklığı barındırmadığında ve ”düşüncenin gelişimini baltalamadığında” dış gerçekliğe uyum sağlamaya yarayan hakikattir. Aksi halde istenenin tam tersi bir etki ortaya çıkar: Hastanın düşleme ve/veya düşünme kapasitesi artırılacağı yerde örselenir.
Ne var ki, sürdürülebilirlik kavramı yalnızca analist için değil, hasta için de neyin hakiki olduğuna bağlıdır. Yalnızca analistin zihninde uyanan bir hakikat, hasta için zehirli olabilir. Zihni besleyecek nitelik taşıyan bir hakikatin erişilebilir – yani paylaşılabilir – olması gerekir; hasta onu alabilecek, tanıyabilecek ve özümseyebilecek kadar zihinsel alana sahip olduğunda bu mümkündür. Bu nedenle, hakikati ortak duyum gerektiren ve duygusal ahenkten doğan bir şey olarak öznelliklerarası veya sosyal bir noktadan tanımlamak gerekir. Çocuk daha yaşamının başında nesneyi ilk ve öncelikli olarak duyularının paylaştığı bir şey olarak yaratır. Bu paylaşımın doğasını daha iyi anlayabilmek için, düşüncenin (hakikatin) anne-çocuk etkileşiminde doğma modeli kullanılabilir.
Hakikat Dürtüsü
Yenidoğan ancak düşlemleme (Bion) ve annenin kapama ve tutma (Winnicott) kapasitei ayeinde bütünleşmemiş bir halden çıkmayı ve duyularını birbirini onaylayacak şekilde koordine etmeyi başarır. Anne, çocuğun olgunlaşmamışlığını kendi zihniyle telafi eder. Bebeğin algısına göre hakiki yani ”duyularda ortak” olan (dokunma duyusu görme duyusuna ”Benim hissettiklerim de senin gördüklerine uyum sağlıyor” mesajı verir; veya tam tersi), duygusal onaya ve mutabakata dayalı sonsuz bir mikro deneyim dizisinden doğar. Bu asgari duygusal deneyimler (duyularla ilgili) iç içe geçerek düşünsel malzemeyi oluşturur. Anne, çocuğun bu kaotik uyaran akışını düzene sokmasına yardım eder ve bir anlamda, bu yöntemi ona aktarır.
Özellikle de yaşamın başlarında, bu bütünleştirme ve ruhsal alan inşa etme dürtüsü elbette entellektüel bir uzlaşıyla değil, yalnızca duygusal bütünlük temelinde karşılanabilir çünkü halihazırda bir kategorileştirme varsa bile bu söz-öncesi, düşünüm-öncesi, semiyotik ve duygusal bir nitelik taşır; ayrıca henüz tam olarak kavramsallaşmamıştır. Bu aşamada, duygular hayatta kalmak için asli olan ilkesel değerleri doğrudan ifade ederler ve yaşam boyunca da, mantıksal düşüncenin eşlik ettiği durumlarda bile, bunu sürdürürler. Zira bedenin veya kalbin zihnin kendine temsil edemediği, yalnızca hissedebileceği, gerekçeleri her zaman olacaktır.
İşte bu nedenle, hakikat ile yalanı mutlak karşıtlar olarak görmeyi yanlış buluyorum. Olabilecek en düşük düzeydeki duygusal uyum ve mutabakattan kişinin başkalarıyla ve kendisiyle erişilebilecek en yüksek düzeydeki uyumuna uzanan bir yelpaze üzerinden düşünmek daha anlamlı olacaktır. Aynı nedenden dolayı, analizde bilinçdışı, duygusal, müşterek olmayan bir hakikat pek az önem taşır çünkü, baz aldığı ruhsal işleyiş modeli ve beyan ettiği tedavi amacı doğrultusunda, psikanalizin özgül eylem düzeyi bilinçdışı duygusal yaşamdır.
O halde bir önceki bölümde sorulan ilk sorunun yanıtı, C2’nin her ikisi de olabileceğidir – yani hem yalan hem de rüya sütunu. Zira, temas bariyeri ile veya α işlevi ile örtüştüğü düşünülürse, önemli olan nasıl işlev gösterdiğidir. Eğer iyi işlev gösterebilirse, ortaya çıkan sonuç gerçekliğin rüyası (”sindirimi”), paylaşılan bir gerçeklik yalanı, bir tür ‘mış gibi’ algısı olacaktır. Eğer iyi işlev gösteremezse, görülmeyen düşler (uyku terörü) ve yarım kalan rüyalar (kabuslar – Ogden, 2005) farklı belirtiler ve patolojiler şeklinde ortaya çıkar. Bunlar arasında makatlı yalan söyleme ve otantik olmayan, hatta aşırı uyumlu, bir yaşam veya, en uç noktada, olgusal gerçekliğin aldatma amaçlı kullanılması da sayılabilir (Derrida, 2005).
İkinci soruya geldiğimizde ise, bir önceki yanıta dayanarak diyebiliriz ki evet, yalancıları tedavi etmek mümkündür. Peki nasıl? Tıpkı diğer durumlarda olduğu gibi, mesele tamamen duygusal ahengi sağlamakla ilgilidir. ”İletişim” (Strachey, aslında tam olarak karşılıklı anlaşma, anlayış anlamına gelen Verständigung sözcüğünü böyle çevirmiş – Freud, 1895, 318) hastanın düşünme kapasitesini artırmasına ve gerek maddesel gerçeklik gerekse mevcut ve geçmiş yaşamının olgularına ilişkin olarak daha yüksek düzey bir anlayışa ulaşmasına yardımcı olur. Böylelikle, hasta yalan söyleme mecburiyetinden kurtulur.
Son olarak, hakikat dürtüsü meselesine gelelim. Hakikat kavramı bilinç/dışı, duygusal ve müşterek olarak, yani katı bir hakikat-yalan antitezinden ziyade bir yelpazenin içinde yer alır şekilde yeniden tanımlandığında, hakikat dürtüsünün olasına anlamına dair de bir fikir oluşmuştur: Soyut kavramlarla ifade edecek olursak, gerçeklikle ilgili hakiki beyanatlardan oluşan bir sistemi benimsemek değildir elbette; öteki ile giderek daha yüksek düzeyde duygusal uyum yakalama itkisidir ki bunun düşünce temelli iletişimin temellerini oluşturmada ikincil de olsa bir önem taşıdığını belirtmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında, düşüncenin tabiatındaki sahtelik ile hakikat (göreceli sahtelik) arasındaki zihnin gelişimini teşvik eden çelişki geçersiz görünmektedir zira artık nitel olmaktan çıkıp nicel bir unsura indirgenmiştir.
Dolayıısyla, hakikat dürtüsünü öteki ile özel bir uyum yakalama çabasında bulmak mümkündür. Bu da, hakikatin düşünceyi beslediğini gösterir. Aynı düşünceyi elbette nesne arayışı ve libidonun doyumu için veya başka modeller için de ifade etmek mümkündür. Bion hakikat gibi her daim temkinli yaklaşılması gereken bir terimden söz ediyorsa, bunun nedeni onu sosyal ve göreceli bir şekilde kavramsallaştırması ve, bence, onun yaşamı ve zihnin gelişimini en çok teşvik eden unsurun sosyallik açlığı olduğunu en iyi ortaya koyan kavram olmasıdır. Bence bu, hakikat dürtüsü kavramının alamet-i farikasıdır ve Bion’un dengi Freudcu formüller yerine bu kavramı tercih etmesinin de gerekçesidir.
Hakilat dürtüsü (duygusal uyum sağlama isteği olarak yeniden formülleştirildi) kavramının değeri, analiz ekseniyle sınırlı değildir çünkü bir toplumun kabul ettiği herhangi bir tür hakikatin – bilimle ilgili hakikatler de dahil – özel bir iletişim türü olduğunu ve köklerinin duygusal uyumda, birlik halinde olmada yer aldığını bize gösterir. Arzuların karşısına mantığı, rüya görmenin karşısına uyanmayı koymak yüzlerce yıllık bir gelenek olduğundan, olgusal gerçekliğin aslında duygusal ve ”düşsel” gerçekliği temel aldığı yargısı kulağa tuhaf gelebilir fakat Bion’un teorisinin öncülleri doğrultusunda hiç de tuhaf değildir. ”Somatik duygusal kategorileştirme”den (Grotstein, 2007, 276f.) – yani semiyotik kategorileştirme – kavrama geçerken, aslında tek yaptığımız gerçekliği basitleştirerek ve bir ilişkiler (”değişmezler”) sistemine indirgeyerek daha yakından tanımaktır.[9]
Orijinal şekillerimize dönecek olursak, Çizelgenin kendine has ”depomsu” bir özelliği vardır (Souter, 2009). Bion’un tüm yazılarına nüfuz eden bu nitelik doğrultusunda Çizelge bazı açılardan bir askeri harita veya ”psikanalitik oyun” gibidir. Rubik küpünün zorluğuna ve şeytani mükemmelliğine, Kartezyen koordinat sisteminin spekülatif karakterine ve satrancın maharet gerektiren kombinasyonlarına sahiptir.
Psikanalizin elementleri için oluşturulmuş bir Mendeleev tipi periyodik tablo gibi olan Çizelgen epistemolojik, teorik ve teknik açıdan paha biçilemez niteliktedir. Bir yandan bilinçdışı ile bilinç arasındaki devamlılığın etkili bir temsilini ortaya koyar – sonuçta her bir ruhsal olayın pozisyonunun ifade edilebilmesi için hem dikey eksende (kullanım) hem de yatay eksende bir parametreye sahip olması gerekir – , diğer yandan da rüyaların, bilginin ve hakikatin görsel açıdan sezgisel bir sentezidir.
C2’nin önemi özellikle de bu son noktada en belirgindir çünkü bir bakıma her tür mutlak, metafizik veya pozitivist hakikat kavramını baştan eleyerek Bion’un hakikat dürtüsü teorisindeki ilk bakışta çelişkili görünen bir kavramın bağlamını anlamamıza yardımcı olur. 2. sütun, zihnin gizli ressamıdır (Grotstein, 2007) – içimizdeki Monet’dir.
Özet ve Anahtar Sözcükler
Çizelgeden tam olarak tatmin olmadığını ilk ifade eden Bion olmuştur. Buna rağmen, en önemli yazılarının bir kısmına ona merkezi bir rol vermiştir. Aslında Çizelge, yalnızca orijinal maksadı (seansı ”puanlamak”, analistin gözlem gücünü artırmak vs.) bakımından değil, Bion’un düşüncesini daha iyi anlamak ve geliştirmek için de kullanışlı bir araçtır. Çizelge, zihin teorisinin farklı kavramları arasındaki birbirine bağlı diyalektik ilişkiye dair sezgisel bir tablo ortaya koyar. Özellikle de Grotstein’ın isabetli bir şekilde rüyalar sütunu olarak yeniden yorumladığı 2. sütun, Bion’un ”hakikat dürtüsü”ne atfettiği anlamın kavranmasına yardımcı olur.
ANAHTAR SÖZCÜKLER: α-function; Bion; column 2; Grid; lie; truth drive.
İngilizceden çeviren: Elif Okan Gezmiş
Kaynaklar
Bion W.R. (1962). Learning from Experience. London: Tavistock.
Bion W.R. (1963). Elements of Psycho-Analysis. London: Heinemann.
Bion W.R. (1965). Transformations: Change from Learning to Growth. London: Tavistock.
Bion W.R. (1967). Second Thoughts: Selected Papers on Psycho-Analysis. London: Heinemann.
Bion W.R. (1970). Attention and Interpretation. London: Tavistock.
Bion W.R. (1973/4). Brazilian Lectures. London: Karnac, 1990 (São Paulo, 1973; Rio de Janeiro/São Paulo, 1974).
Bion W.R. (1977). Two Papers: The Grid and the Caesura. London: Karnac, 1989 (Rio de Janeiro: Imago).
Bion W.R. (1978). Four Discussions with W.R. Bion. Perthshire: Clunie Press.
Bion W.R. (1992). Cogitations. Ed. Bion F. London: Karnac.
Bion W.R. (1997). The Grid. In: Taming Wild Thoughts. Ed. Bion F. London: Karnac.
Bion W.R. (2005). Tavistock Seminars. Ed. Bion F. London: Karnac.
Borutti S. (1999). Filosofia delle scienze umane: le categorie dell’antropologia e della sociologia. Milan: Mondadori.
Botella C., Botella S. (2001). The Work of Psychic Figurability: Mental States without Representation. Hove: Brunner-Routledge, 2005.
Chantraine P. (1999). Dictionnaire étymologique de la langue grecque. Paris: Klincksicck.
Charles M. (2002). Bion’s grid: A tool for transformation. J. Amer. Acad. Psychoanal., 30: 429-445.
Civitarese G. (2008). The Intimate Room: Theory and Technique of the Analytic Field. Hove: Routledge, 2010.
Civitarese G. (2011a). The Violence of Emotions: Bion and Post-Bionian Psychoanalysis. Hove: Routledge, 2012.
Civitarese G. (2011b). Lipocondria el’esilio. In: Egidi Morpurgo V. & Civitarese G. (eds), L’ipocondria e il dubbio. L’approccio psicoanalitico. Milan: FrancoAngeli.
Derrida J. (1972). Dissemination. Trans. B. Johnson. London: Continuum, 2004.
Derrida J. (2005). History of the lie. Prolegomena. In: Futures of Jacques Derrida. Stanford, GA: Stanford University Press, 65-98.
Ferro A. (1992). The Bi-Personal Field: Experiences in Child Analysis. London: Routledge, 1999.
Ferro A. (2006). Mind Works: Technique and Creativity in Psychoanalysis. London: Routledge, 2009.
Ferro A., Basile R. (eds) (2009). The Analytic Field: A Clinical Concept. London: Karnac.
Freud S. (1891). On Aphasia: A Critical Study. New York: International Universities Press, 1953.
Freud S. (1895). Project for a scientific psychology. S.E. 1.
Green A. (1993). The Work of the Negative. London: Free Association Books, 1999.
Grotstein J.S. (2002). Commentary on ‘Bion’s grid: A tool for transformation’ (ed. Marilyn Charles). J. Amer. Acad. Psychoanal., 30: 447-450.
Grotstein J.S. (2004). The seventh servant: Implications of a truth drive in Bion’s theory of ‘O’. Int. J. Psycho-Anal., 85: 1081-1101.
Grotstein J.S. (2007). A Beam of Intense Darkness: Wilfred Bion’s Legacy to Psychoanalysis. London: Karnac.
Kristeva J. (1974). Revolution in Poetic Language. New York: Columbia University Press, 1984.
Lacan J. (1986). The Seminar of Jacques Lacan. Book VII. The Ethics of Psychoanalysis. 1959-1960. New York: Norton, 1992.
López-Corvo R.E. (2002). The Dictionary of the Work of W.R. Bion. London: Karnac, 2003.
Meltzer D. (1986). Studies in Extended Metapsychology. London: Karnac, 2009.
Meltzer D. (1987). Il modello della mente secondo Bion: note su funzionc α, inversione della funzione alfa e griglia negativa. In: Neri C., Correale A. & Fadda P., Letture Bioniane. Rome: Borla, 76-83.
Merleau-Ponty M. (1945). Phenomenology of Perception. London: Routledge and Kegan Paul, 1962.
– 113 –
Merleau-Ponty M. (1964). The Visible and the Invisible. Evanston, IL: Northwestern University Press, 1968.
Ogden T.H. (1989). The Primitive Edge of Experience. Northvale, NJ: Aronson.
Ogden T.H. (2001). Conversations at the Frontier of Dreaming. Northvale, NJ: Aronson.
Ogden T.H. (2005). This Art of Psychoanalysis: Dreaming Undreamt Dreams and Interrupted Cries. London: Routledge.
Sandler P.C. (2005). The Language of Bion. London: Karnac.
Souter K.M. (2009). The ‘War Memoirs’: Some origins of the thought of W.R. Bion. Int. J. Psychoanal., 90: 795-808.
Webster’s Third New International Dictionary of the English Language. London: Bell, 1961.
Original Italian version:
Riv. Psicoanal., 2012, 2, 335-360
Giuseppe Civitarese
Piazza S. Botta, 1
27100 Pavia (Italy)
(Translated by Philip Slotkin MA Cantab. MITI)
[1] Cf. Bion (1967, 120) vaka öyküsünün herhangi bir öykü gibi sunulmasıyla ilgili şunları söylemiştir: ‘Eğer öykü bir sanat eseri niteliği taşıyorsa, bunun hakikati herhangi bir somut kayıttan daha iyi temsil edeceği söylenebilir […]’
[2] Örneğin, The Animatrix‘in ‘The second renaissance’ bölümünün ikinci ve üçüncü kısımlarında, Mahiro Maeda, 2003.
[3] Fraktallarda, aynı yapı farklı ölçeklerde ‘özbenzeşimlilik’ prensibi doğrultusunda tekrarlanır. Bunun en yaygın bilinen örneği ağaçlardır. Çizelgenin fraktala benzemesi tespitini elbette birebir bir benzetme olarak görmemek gerekir ama yine de altının çizilmesi gerektiğine inanıyorum. Eğer bir bütün olarak Çizelgeyi birbirine komşu iki alanı ayıran ve birleştiren bir temas bariyeri olarak düşünürsek, aynısını her satır ve sütun için, ayrıca bir kutunun her bir kenarı için (içine giren ve çıkanları elekten geçiren) de söyleyebiliriz. Bir kutu da bütün olarak düşünüldüğünde iki komşuyu (aşağısı ve yukarısı) birleştirir ve ayırır. Dolayısıyla tekrarlanan ‘biçim’ esasında bir işlevdir (ama nihayetinde aynı zamanda bir biçimdir).
[4] İngilizcedeki slash (taksim) sözcüğünün yansımaları arada kurulan temasta hem bir ‘kesi’ hem de ‘kıvılcım’ olduğunu düşündürür.
[5] Bion (1997) β elementleri şu şekillerde tanımlar: Düşünce olmayanlar, tuhaf nesneler, ”büyük karanlık”, ”aptalın tekinin anlattığı, hiçbir anlam içermeyen, gürültü yığınından hallice bir hikaye”, negatif rakamlar, ”kızıl ötesi” ve ”mor ötesi”, ritim gibi, ”müzisyenlerin bildiği türden bir şey”
[6] Cf. Grotstein (2007, 52): ” […] Bion’un çalışmalarının tamamının altında bir hakikat dürtüsü kavramının yattığını ve egonun savunma mekanizmalarının esas olarak libidonun veya saldırganlığın değil, bilinçdışı hakikatin istilasına yönelik çalıştığını düşünüyorum. […]” Grotstein’a göre, bizzat Bion 1979’da kendisine bir hakikat içgüdüsü kavramından söz etmiştir.
[7] Cf. Sandler (2005, 400): ”Doğrudan hakikate veya yalana odaklanmaktansa, Bion bu ikisi arasındaki binom ilişkiye eğilir. Yani ‘ve’nin yerini ‘veya’ alır.”
[8] Kendimi tekrarlama riskini göze olarak bu görüşü biraz daha açmak istiyorum. Analitik alana dair post-Bioncu bir model doğrultusunda (Ferro, 1992; Civitarese, 2008; Ferro & Basile, 2009), ki ben bu modelin bir soyutlanmış özne modeliyle diyalektik olarak bağlanması gerektiğini düşünüyorum, hastanın bana anlattığı her şeyi zihinler arasındaki bilinçdışı iletişimin bir ürünü olarak dinlerim (sürekli bir izlem şeklinde değil ama bu bakış açısının beni ”şaşırtmasına” izin vererek). Bu noktadan düşündüğümde, hastanın sözlerinin sahteliği ya da hakikiliği benim için sorun teşkil etmez. Eğer yalancı olmak hastanın içindeki bilinçdışı bir çatışmayı yansıtıyorsa, onun daha otantik olmasını ve dolayısıyla bu kasti yalancılığın arkasına saklanmak zorunda kalmamasını sağlamaya yardımcı olmak haricinde nasıl bir tedavi uygulayabilirim ki? Kasten yalan söyleyen bir insan bile bilinçdışını kontrol edemez; oysa her şeye rağmen hakikati ve dürüstlüğü benimseyen bir insan, duruma göre, sadist itkilerini veya sahte bir benlik ortaya koyabilir. Bana sürekli yalan söyleyen bir çocuğum olsaydı, kaybolmuş gibi görünen iletişimimizi yeniden tesis etmem gerektiği sonucuna varabilirdim; bu yalancılığı da bu kaybın bir ürünü olarak görürdüm. Dolayısıyla da bilinçli iletişimi duygusal uyumun bilinçdışı iletişimiyle karıştırmazdım.
[9] Cf. Grotstein (2007, 218): ”Dolayısıyla, hakikat değişmezdir ve duygu onun aracı veya kapsayanıdır.”
[EO1]Burada sanırım bir kelime oyunu var emin olamadığım için çevirinin dışında bıraktım. Yazar burada ‘virtual reality’ kavramının virtual kısmı ile virtue arasında bir kelime oyunu yapıp daha sonra Reality’nin de virtued/laundered olduğunu söylüyor. Çeviriye yansıtmak pek mümkün görünmedi ama belki siz bir açıklama düşersiniz diye belirtmek istedim.