Bu makale ‘cezbedilme ihtiyacı’nın insan ruhsallığının dürtü örgütlenmesinin temel bir deneyimsel boyutu olduğu görüşünü ortaya koyuyor.
Cezbedilme İhtiyacı Üzerine
……… çünkü Sen
beni büyülemedikçe, ben asla özgür olamam
John Donne (İlahi Soneler XIV)
Ayartılmaya karşı olmayan kalpler
Bizi bildiğiniz şekilde cezbedin
Robert Frost
Ne sahip ne de sahip olunan, iki tarafın da teslim olduğu aşk ne kutludur.
J. L. Borges
Freud’un “kadınılığın reddi” ile ilgili sözleri psikanalitik düşüncemizin o kadar derinlerine işlemiştir ki, bunun kaçınılmaz sonucunu gözden kaçırmak işten bile değildir; yani doğuştan gelen ruhsal bir homeostatik simetriye göre, bu görüşün tam tersi de doğru olmalıdır: Bilinçdışı mutlak ihtiyaçlar da “kadınsı” olana karşı derin bir içgüdüsel arzu beslemelidirler. Başka bir deyişle, kuramsal tutarlılık gereği, ‘aktif’ olanın gerekliliği ve canlılığı ile birlikte ki bu da edilgen olanla ilişkili bir kaygıya işaret eder, kişi ‘edilgen ve alıcı’ olanın eşdeğer orandaki gerekliliğinin ve gücününün içkin mevcudiyetini kavramsallaştırmalıdır: Teslim olunacak, içe alınacak, beslenecek, nüfuz edilecek bir itki…
Benzer meselelere temas eden çağdaş felsefi görüşler arasında Heidegger’inki öne çıkar. Heidegger aktif olmayan bir “atılma (geworfen sein)” durumundan bahseder. Ona göre bu durum insan varoluşunun temellerini oluşturur ve mistisizm kökenli aktif biçimde edilgen olan “izin verme / serbest bırakma (Gelassenheit)” kavramıyla yakından ilişkilidir (Heidegger, 1992, 2006). Bu görüşlerle uyumlu olarak, Freud-sonrası düşünce de doğal olarak insan ruhsallığının yapılanmasında bu boyutların yarattığı değişim ve sonuçlara dair anlayışı derinleştirmeye çalışmıştır.
Yıllar içinde yetişkinde kadınsı boyutun (cinsiyetten bağımsız olarak) ortaya çıkması iki türden kaynağa atfedilmiştir: a) içgüdüsel kaynaklara, ve b) dışarıdan dayatılan varoluşsal nesne-ilişkisi durumlarına. İkinci maddede, genel olarak dünyanın veya daha özel olarak yetişkin ‘Öteki’nin karşısında ortaya çıkan ‘çaresizlik duyumu (Hilflosigkeit)’ – çocukluk deneyimini tek başına karakterize eden bir durum – özellikle belirgindir (André, 1994). Bu tam gelişmemiş edilgenlik durumunu bazıları “benliğin temel ilkesi” olarak nitelendirmişlerdir (Hinshelwood, 1997 s.309). Ne var ki burada bahsedilen biyolojik bir unsur değildir; Freud bu nitelendirmeyi ‘kadınsı’ dediğinin ‘reddi’ için ayırmıştır. İkinci olarak, kadınsı boyut doğal olarak birincil özdeşim kavramı ile ilişkilendirilir. Burada Freud’un öne sürdüğü üzere kişinin bireysel tarihöncesindeki baba özdeşimine değil, bebeğin birincil nesnesinin çoğu durumda anne olmasına ilişkin ampirik düzeydeki deneyime atıfta bulunulmaktadır. Bunu daha doğrudan ifade edersek, birincil özdeşim nesnesi kadın olduğundan, bebeğin cinsiyeti ne olursa olsun mecburen kadın unsurlarıyla özdeşleştirildiğini savunacaktır (Godfrind, 1993). Son olarak, birincil kadınsının ruhsallığa dışarıdan dayatılması ve nüfuz etmesi üzerine üçüncü bir kuramsal sav, annesel Bilinçdışının gücünün belirleyici varlığına işaret eder; bunun annenin gizemli cinselliği (Laplanche, 1987) veya annenin bebeğin cinsiyetiyle ilgili düşlemsel kavramsallaştırması (Stoller, 1985) ve hatta annenin başlangıçta sözöncesi olan ve sonra dilin kendisine dönüşen iletişim aracının yapılandırıcı potansiyeli (Aulagnier, 1975) olması bir fark yaratmaz.
Şimdi içgüdüsel parçaya odaklanacak olursak, bu ruhsal dinamiğin yetişkindeki her tür fenomonolojik sunumunun ‘rahme dönme arzusu’ düşlemi kategorisine gireceği iddia edilebilir. Bu düşleme, özellikle de (insani veya ilahi) nesne ile kaynaşmış bir birlik oluşturma düşlemine, klinik pratikte ve literatürde sıkça rastlanabilir. Bu itkiyi başlangıçtaki tezahürleriyle (bir şablon görevi görecek olan, bir nesneye tutku ile çekilme deneyimi) ilişkilendirmeye çalışan en ikna edici kuramsal çalışmaları aynı dönemde Britanya’da yaşamış iki Amerikalı analistin yazılarında bulmak mümkündür. Her ikisinin de Freud’un bebeğin anne ile ilişkisindeki ilk cinsel deneyimlerin kaçınılmaz biçimde “edilgen bir doğası” olduğuna ilişkin görüşleri ilerletmeye çabasında olduğu anlaşılmaktadır (Freud, 1931).
Bu isimlerden biri, D. Meltzer, şöyle yazar: “… olağan güzel, kendini adamış anne olağan güzel bebeğini kucağına aldığında ve birbirleri üzerindeki estetik etkide [birlikte] kaybolduklarında…..” (Meltzer, D. ve ark., 1988, s. 26). Güzel annenin dış cephesinin yarattığı bu estetik şablon – bebeğin algı sistemince yakalanması itibariyle – aynı anda mevcut olan gizemli bir iç cephe ile birleşir; bebeğin bunu yaratıcı hayalgücü ile kavramsallaştırması ve bütünleştirmesi gerekecektir. Meltzer’in bu durumun ortaklaşa gerçekleşmesine dikkat çeken bir öğrencisi şunları yazar: “…..bebek yalnızca ve yalnızca ona duyduğu ihtiyaç ile anneyi cezbeder ve anne de baştan çıkarak buna yanıt verir. Bebeğin fiziksel bakımına ve beslenmesine kendini tamamen adayan anne, onu kendisinin gözünde tek olduğuna inandırarak baştan çıkarır.” (Steiner, 1997 s.166)
Meltzer’e göre bu durumun altında “estetik çatışma” olarak isimlendirdiği bir kavram yatar. Bu kavramın türevlerinin yetişkinlerde kolayca görülebileceğini söyler. Bu türevlerden biri, herhangi bir belirgin estetik deneyimin öznel niteliğidir. Bunu bilinçdışı açısından ifade edecek olursak; gizemli tehditkar unsurlarına rağmen estetik güzelliği algılama becerisinin gelişimine bağlı olması itibariyle estetik nesnenin yeniden bulunmasıdır.
Bu konuyu ele alan ikinci yazar C. Bollas’tır. Bollas, annenin bakım tarzının ve bebeğin buna yönelik öznel deneyiminin insan estetiğinin ilk örneği olduğunu kayda geçirmiştir. ‘Bu,’ der Bollas, ‘kendiliğin içeriğinin çevre tarafından oluşturulduğu ve dönüştürüldüğü durumların – başka bir deyişle, annenin bebeğin iç dünyasını şekillendirmesinin, yapılandırmasının ve anlamlandırılmasının – prototipi olarak ön plana çıkar.’ Estetik deneyimlerin başlı başına dönüştürücü olduğu düşünüldüğünde, estetik nesne arayışı mecburen bir dönüştürücü nesne arayışı olacaktır; bu nesne özneye bir şekilde öyle şekillendirici süreçler temin edecektir ki, kendilikteki bütünleşmemiş kısımlar yeniden şekillenip bütünleşecektir (Bollas, 1987).
Bu tür bir nesne ilişkisi koşulunun kendine ait bir amacı, kendiliği her tür dikkat dağınıklığına karşı kısıtlayacak bir ayrıcalığı vardır. Bilişsel işlevler ve düşünce – eğer kalıcı olurlarsa – artık kendiliğin içinde değil, Ötekinde – yani estetik (dönüştürücü) nesnede – ikamet etmektedir. Bu nesnenin de tek sorumluluğu deneyimsel olana anlam atfetmektir. Bu tür bir estetik nesnenin karşısında, özne ile nesne arasında derin ve sözel olmayan bir kaynaşma ortaya çıkar, ki bu da nihayetinde her iki tarafın da gerek dışsal gerekse içsel gerçekliğini yakalar ve dönüştürür. Birincil estetik deneyim, (kayıp) dönüştürücü nesne ile aradaki başlangıçtan itibaren psişik olarak kaydedilen bu kaynaşmayı yeniden yaşamaya yönelik ömür boyu sürecek bir yolculuğun amacı ve prototipi görevini görür. Marion Milner estetik deneyim denen şeyin “….. kendilik duyumunu geçici olarak yitirmeye tahammül etme, dışarıda kalıp duruma duyguların etkisinde kalmadan nesnel ve rasyonel bir gözle bakan ayrıştırıcı egodan geçici bir süreliğine vazgeçme yetisini” (Milner, 1987 s.97) dayanak aldığını savunur.
Yukarıdaki tarifin odak noktası, sınırların, kimliklerin, kişiliğin hem yeni oluşan hem de olgun unsurlarının mest olmuş bir halde yitirerek spontan vazgeçmeyi ve Ötekinin sunduklarının neredeyse (mistik bir biçimde) içselleştirilmesini gerektiren ve bu varoluş koşulunun temin edeceği dönüştürücü neticeye ulaşmayı hedefleyen hayali ilkel çocuksu durumdur.
Bu tür bir deneyim ile evrensel ‘dua etme’ deneyiminin ortak noktası öyle belirgindir ki çoğu zaman gözden kaçar.
Julia Kristeva’nın “The Unbelievable Need to Believe” (İnanılmaz İnanma İhtiyacı) kitabında bu tartışmaya kökten zıt bir görüş öne sürdüğünü belirtmek gerekir. Yazar, ‘inanma ihtiyacını’ temelde din öncesine dayandırır ve kişinin kendi tarihöncesindeki babayla kurduğu birincil özdeşime ilişkin Freudcu görüşle arasında doğrudan bir bağ kurar. Burada kast edilen, annenin zihninde halihazırda kendi libidinal nesnesi olarak var olan baba temsilidir; bu, dış gerçeklikten ayrıştırılması gereken bir iç nesnedir. Ayrıca bu ihtiyaç sonradan gelecek tüm simgeselleştirme süreçleri için ve dilin ortaya çıkması için bir önkoşul olarak öne sürülür. Bir öteye ve Ötekine ilişkin kanaat/inanç – Kristeva buna “üçüncü görevi gören adaksal (oblative) babalığın [bahşettiği] sevgi dolu bir tanıma” der – zaruri bir unsur olarak belirir ve simgesel boyutun ortaya çıkmasıyla birlikte arkaik anneden kopuşu mümkün kılar, bebeğe kimlik ve “oluş itibarı” kazandırır (Kristeva, 2007 pp.33-35).
Bebekte ‘estetik deneyim’ olarak nitelendirilen bu kavrama yetişkin ruhsallığında da farklı isimlerle rastlamak mümkündür Freud Grup Psikolojisi ve Ego Analizi’nde bunu detaylı olarak açıklar. Bu makalede Freud, aşık olan ve ağırlıklı olarak narsisist süreçlerin etkisi altında işlev gösteren kişinin sevgi nesnesinin yerine kendi ego idealini koyduğunu söyler. Bu ego ideali (bir tür birincil özdeşim) sevgi nesnesine yansıtılır, sevilen kişinin egosunu sömürür ki o da güçten düşmeyi kabullenerek kendisini tahakküm altına alan bu güce koşulsuz boyun eğer. Konu ister aşık olunan kişi olsun, ister “Güvenin……ve kendi anlayışınıza sırt yaslamayın” (İncil, Özdeyişler 3:5) özdeyişine bağlı kalanlar, ister mistikler, bir liderin peşinden gidenler, müritler veya terapötik hiponozdan geçen biri, durumun dinamikleri gözden kaçmayacak kadar mükerrerdir: … Duygusal açıdan sarsıntılı bir dönüşüm beklentisiyle teslim oluyorum. Bu noktada 1909 yılında Ferenczi’nin not düştüğü bazı destekleyici düşüncelere rastlarız. Ferenczi, hipnozun bir ebeveyn-çocuk ilişkisini temsil ettiğini savunur; burada özne bilinçdışı bir biçimde çocuk pozisyonunu benimser ve hipnotisti ya bir anne (nezaket, sevgi ve hatta birleşme düşlemi) ya da baba (güç ve korku yoluyla cezalandırılma düşlemi) olarak deneyimler. Böylelikle arzu edilen derin ruhsal değişim rahatlıkla elde edilebilir. Anton Kris’e göre, yetişkinlerin sanat çalışmalarında da benzer bir durum mevcuttur. Kris buna ‘Egonun hizmetinde gerileme’ adını verir (Kris, 1952).
Bu dinamiği ören fiillerin (teslim olma, boyun eğme, bilinme [Korintliler II: 13’te olduğu gibi], uyum gösterme, vazgeçme vs.) tamamı aynı özdeşim süreçleri kategorisi altında toplansa bile, birbirlerinden titizlikle ayrıştırılmaları gerekir ki kendilerine özgü yanları ve duygusal düşlem kümeleri ön plana çıkarılabilsin. Bu konuda kaleme alınan en önemli makalelerden birinde (Ghent, 1990, pp. 110-111), E. Ghent ‘teslim olma’yı birincil bir libidinal itki olarak tanımlar – dolayısıyla teslim olma gönüllü bir faaliyet olmadığı gibi, ‘başkasına’ yönelik de değildir, aksine, büyümeye doğru serbest bir güç olduğu için ve yalnızca ‘başkasının mevcudiyetinde’ ortaya çıktığı için kişinin bunu meydana getirmesi mümkün değildir. Bu, ikincil sürecin zihnini gerektiren geçmiş ve gelecek zaman kiplerinin bilinçten geçici olarak çekildiği bir ‘anda’ olma deneyimidir. Boyun eğmede tahakküm, kontrol ve feragat varken; teslim olmada hem tanınma hem de kendilik sınırlarının gecşemesi vardır. Dolayısıyla da alma ve içselleştirme mümkün hale gelir. Bir yetişkin deneyimi olarak düşünüldüğünde bu Winnicott’un onarım ve kendiliğin yeniden doğumu için yeni fırsatlar bulmanın hizmetindeki gerileme olarak tanımladığı duruma denk düşer. Savunma süreçleri ve dirençler büyümeye yönelik bu ilerlemeyi zaman zaman sekteye uğratır ve doğal ‘teslim olma’ itkisinin sapkın çeşitleri ortaya çıkar. Bu sapmaların kendini gösterdiği farklı ilişkilenme biçimlerinde boyun eğme, tevekkül, kontrol edilme, kapana kısılma ve hatta Öteki’nin narsisist amaçları doğrultusunda manipüle edilip sömürülmeye izin verecek kadar telkine açık olma gibi çeşitli güç türevleri ortaya çıkar. Bu tür sapmalarda Ölüm İçgüdüsünün barındırdığı unsurlar yavaş yavaş üstünlük kazanırlar ve nihayetinde ‘acının cazibesi’ tüm ilişkisel dinamiğe egemen hale gelir. Teslim olma koşulları ile boyun eğme koşullarının altında yatan dinamikler arasındaki farkı ne kadar vurgulasak azdır.
Bu sapmanın en yaygın örneklerinden olan ruhsal sadizm-mazoşism ikilisi, bölme, inkar, yansıtmalı özdeşim ve tümgüçlülük gibi bilinçdışı mekanizmalar vasıtasıyla libidinal unsurların saldırgan unsurlardan ayrışmasına dayanır. İlişkinin iki tarafında da gizil olarak mevcut olan süperego tümgüçlülüğü dikey olarak bölünür ve tek bir tarafa yerleştirilir. İki tarafın buna karşılık gelen gizil itaat, zayıflık ve bağlılığı ise diğer tarafa yerleştirilir. Tüm nesneyi niteleyen ve her iki öznenin de bu içgüdüsel unsurların karma halde taşımasına izin verebilecek yatay ikirciklilik hattının yerini dikey bir hat ve mutlak ayrışma alır; bu da, aldatıcı bir şekilde motivasyonun saflığını andırır.
Burada Hegel’in meşhur ‘efendi-köle’ dinamiğindeki çıkmazın mükemmel bir örneği ile karşılaşırız. Bu koşullarda, her iki tarafın da ihtiyaç duyduğu ve karşılıklı fayda sağlayan dengeleyici sabitlerin oluşmasına katkıda bulunan devasa yansıtmalı özdeşimlerin sinsi yaygınlığını kolaylıkla gözlemleyebilirsiniz. Bir taraf (her ikisi adına) süperego rolünü oynarken (yani ideal ego, tahakküm, saldırganlık, zulüm vs. temsili), diğer taraf (yine her ikisi adına) edilgenlik ve eksik rolünü üstlenir. Böylesi bir nesne ilişkisi kurgusundan elde edilebilecek derin doyum ve hatta aşırı mutluluk hissi, şu ikisine örnek teşkil eder: a) Nesne ile otoerotik kaynaşma düşlemlerine yönelik gerileyici hareketler, ve b) Ötekinin öteliğinin geçersiz kılınmasında ve ardından kaçınılmaz olarak gelen ve çoğu zaman taşınamayan suçluluk duygusunda var olan yıkıcı şiddete karşı manik savunmalar.
Bu tür ruhsal süreçlere çeşitli ilişkilerde rastlanabilir. Özellikle de erotik tutkuda, beyin yıkamayı andıran sabitfikirliliğe varan ideolojik ya da dini öğretilerde, saldırgan mekanizma ile güçlü bir özdeşim kurulması ile sonuçlanan ve Stockholm Sendromu olarak bilinen alıkoyulma olaylarında, 16. yüzyılda ‘gönüllü kölelik’ olarak nitelendirilen siyasi durumda bunları görmek mümkündür. Bu dinamiğin klinik tezahürlerine elbette hipnozda olduğu kadar psikanalitik durumun kendisinin barındırdığı zorluklarda, risklerde ve savunmacı entelektüelleştirmelerde de rastlanabilir.
Hipnoz, psikanalizin gelişimindeki tarihsel başlangıç noktasıdır. Freud’un hipnozun gizil dinamiklerini yaratıcı bir biçimde sorgulaması sonucunda hipnoz uygulaması (telkin temelli her tür terapi müdahalesi ile birlikte) ‘kaçınılması gereken’ bir tabu veya psikanaliz için takıntılı bir olumsuz kıyas noktası haline gelmiştir. İki uygulama birbiriyle yakından ilişkili olmasa, bu tür güçlü tepkiler kulağa çok anlamsız gelirdi. Hipnoz da tıpkı psikanaliz gibi bilinçdışında ebeveyn-çocuk ilişkisini temsil eder (Ferenczi, 1909). Buna göre, hipnotize olan öznenin süperegosu (ya da analizde, analizan) kaçınılmaz olarak profesyonele yansıtılır, çocuksu atıflar ise danışana. Güç, tahakküm ve hatta şiddet arzusu gibi bilinçdışı unsurlar da aynı ölçüde yansıtılır. Hipnozda (aynısının analiz için geçerli olmadığını umuyoruz) süreç ancak ve ancak karşılıklı yansıtmalar geri çekilmediği müddetçe ilerleyebilir: Hipnoz altındaki hasta kendi saldırganlığını sahiplenmeyeceği gibi, hipnotist de edilgenlik zapt etme arzusunu sahiplenmeyecektir. Freud’un etkileyici bir şekilde gösterdiği üzere, nesnenin ayrı bir varlık olarak var oluşu, yani otoerotizm simbiyozundan çıkışı, nefretin belirmesi ile telaffuz edilir. Nefret, sınır koyarak ayırınca gerçeklik ilkesi yavaş yavaş oluşmaya başlar. Nihayetinde kendilikten ziyade nesneye ait olan niteliklerin de yitimiyle birlikte, nefrete henüz yeni yeni ortaya çıkmakta olan yas da eşlik etmeye başlar. Böylelikle egonun içinde sağlıklı temsillerin oluşmasının yegane yoluna girilmiş olunur. Sahiplenici bir içe atma ile temsili içselleştirme arasındaki fark, tamamen sınırlara, yani kayba ve engellenmeye, tahammüle dayanır. Boğucu bir simbiyozu sağlam tutmaya çalışan haz ilkesinin yönetiminde nefretin reddedilmesi, genellikle ruhsal yapının dış uyaranlardan şizoidçe soyutlanmasına ve dolayısıyla gelişememesine yol açar. Bu tercih için güçlü bir motivasyon kaynağına, Freud’un (ne kadar eleştirerek de olsa) MacDougall’ın şu eleştirisine yaptığı atıfta rastlarız: “söz konusu insanlar için, kendilerini koşulsuzca arzularının kollarına bırakmak ve dolayısıyla da grupla birleşip bireyselliklerinin sınırlarını yitirmek keyifli bir deneyimdir.” (Freud, 1921, s.84). Freud’un libidinal unsurlara verdiği özel önemin M.Ö. 5. yüzyıla ait neo-platonik metinlerde de ifade edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir: “İlahî Eros ruhsal bir yer değişimine (vecde) yol açar (vecit [ecstasy] sözcüğü etimolojik olarak stasis sözcüğünden türemiştir), böylelikle etkilenen kişilerin kendilerine ait olmalarına izin vermez; onlar yalnızca aşk nesnelerine ait olurlar.” (D. Areopagite. On the Divine Names. 4:13).
Psikanalitik durum ile hipnoz arasındaki önemli bir fark da, ilkinin a) karşılıklı bilinçdışı yansıtmalarla kaçınılmaz olarak oluşturulan gizil aktarım matrisini, b) bu düzenlemenin vaad ettiği bilinçdışı kazancı, ve c) bunu sürdüren güçlü dürtüleri fark etmede ve ele almadaki titizliğidir. Psikanalizin nihai amacı bu bilinçdışı şekilde dayatılan matrisin yavaş yavaş kaldırılması ve Gerçeklik İlkesinin yerleştirilmesi olarak ifade edilir. Bunun da kaçınılan itkileri, ötekinin sınırlarını ve ötekiliğini fark edip sahiplenerek ve böylelikle daha gerçek, daha bütünleşik bir kimlik kazanarak gerçekleşeceği varsayılır.
Daha önce bahsettiğimiz teslim olma-boyun eğme ikiliği, psikanalitik durumu alttan destekleyen önemli bir halat çekme oyunudur. ‘Teslim olmak’ psişede zaruri bir belirleyici iken, ‘boyun eğme’ onun bir sapkınlığı olarak ortaya çıkar ve olağan bir libidinal ruhsal fenomenin hem baştan çıkarılması hem de kirletilmesi anlamına gelir. Ruhsal dengeyi korumak adına ölüm içgüdüsü unsurlarının bu denkleme haddinden fazla dahil olması nihayetinde herhangi bir özneliklerarası ilişki sürecindeki yaratıcı her şeyin yozlaşması ile sonuçlanır.
Hipnozda gördüğümüz, aldatıcı güçlere karşı uyaran seslerin çoğu ile psikanalizde de kaçınılmaz olarak karşılaşılır. Bu sesler şu tür baştan çıkarıcı unsurlara işaret ederler: a) ‘Aktarımsal olarak bilmesi varsayılan/beklenen özne’den ‘sahiden de bildiğine inanan özne’ye iyi huylu geçiş, b) Bilinçdışından bilinçdışına iletişimden kişilerarası bilinçli etkileşime ve hata daha kötüsü, analist ile analizan arasındaki bilinçdışı ruhsal karşılılık gerçeğine tamamen körleşmeye geçiş, c) Dışsal veya yarı-tarihsel gerçeklik olarak sunulan şeyi kabullenme, ona boyun eğme ve dolayısıyla analiz etmeye kalkışmama, d) Kendi amaçları ve Ötekinin kendilik nesnesi olarak geri çevrilemeyen gizil kullanımı doğrultusunda Ötekinin üstlendiği bilinçdışı rolü fark etmeme ve dolayısıyla analiz edememe.
Öte yandan, teslim olma ve edilgenlik itkisi dediğimiz meselenin iyi huylu boyutuna ve taşıdığı korku ve dirençlere odaklanan unsurlar da aynı ölçüde güçlüdür. Unutmayalım ki, analizin temel kuralı olduğu söylenen karşılıklı serbest çağrışım ve dikkatin eşit dağıtılması ilkesi aslında derin bir teslimiyet çağrısından, kişinin kendi psişesi tarafından aldatılmasına davetten başka bir şey değildir. Danielle Quinodoz analistin ‘…delirmeye cesaret edecek kadar bilge’ olmakla yükümlü olduğunu yazmıştır (Quinodoz, 2001). Lena Ehrlich (Ehrlich, 2004) analistin analizi başlatmaya karşı dirençlerinin önemli bir parçasını kendi [kaçınılmaz] gerilemesine ilişkin korkusunun oluşturduğunu öne sürer. Bion (şair Keats’den alıntı yaparak) analitik duruşun olgu ve mantığa lüzumsuzca uzanmadan muğlaklıkları, gizemleri, şüpheleri vs. tolere etmeyi gerektirdiğini vurgular. Bu isimlerin hepsinin altını çizdiği unsur olan sahicilik, spontanlık ve yaratıcılık, tetikteliğin, rasyonelliğin ve aktifliğin geçici olarak askıya alınmasına güvenilmesi halinde, yani kişi cezbedici bir sorgulamaya, ikincil sürecin tekelinin büyüleyici kuşkusuna sırtını dayadığı takdirde, ortaya çıkacaktır.
Analizan ve analist büyülenmiş ve umutlu bir şekilde yollarına devam ederler. Çıktıkları yolculuk ayaklarını yerden kesecek, ikisini de etkisi altına alacaktır. İkisi de içlerinde bir dizi dürtü taşımaktadır ve bu yolculukta Sirenlerle, Kirkelerle, Lestrigonlarla ve Kikloplarla karşılacaklarının tam olarak farkında değildir. Bu yolun sonu umulan yere çıkıp çıkmayacağını, dört başı mamur psikanaliz veya başka bir şey olarak adlandırılıp adlandırılamayacağını, şu aşamada ikisinin bilmesi imkansızdır. Bu özel yolculuğun aldatıcılığının bir kısmı da, anlama ancak après coup olarak erişilebilmesinden kaynaklanır.
Kesin olan şey ise, Wittgenstein’ın “Felsefe yaparken eski kaosa girip orada kendinizi evinizde gibi hissetmelisiniz”(Wittgenstein, 1984) aforizmasını okurken ‘felsefe yapmak’ tabirinin yerine ‘psikanaliz yapmak’ tabirini yerleştirsek de sözün geçerliliğini koruyacak olmasıdır.
Ek
Yukarıda sunulan meselelerin en azından bir kısmını ele alma imkanı veren klinik bir örnek şu şekilde gelişti: Bir katolik manastırının baş rahibesi, aralarına yeni katılan bir rahibeyi yönlendirmek amacıyla telefon açtı. Ücreti manastır karşılayacaktı. Genç kadın bir süredir entelektüel karmaşa yaşıyor ve ızdırap çekiyordu. Spiritüel danışmanlık, meditasyon, dua etmek, aynı anda hem bir rahipten hem de profesyonel bir danışmandan yardım almak pek fayda etmemişti.
Otuzlu yaşlarının sonlarındaki Bayan M., İskoç bir anne ile Sicilyalı bir babanın altı çocuğunun dördüncüsüydü. Evlerinde oldukça katolik bir atmosfer hakimdi. Herhangi bir kötü muameleyi düşündürecek bir bildirimi olmamakla birlikte, (kendi sözleriyle) “ailedeki çirkin ördek yavrusu” olduğunu hissederek büyümüştü. Uyuşturucu bağımlısı ağabeyi yirmili yaşlarının sonlarında intihar etmişti. Bayan M., ergenliği boyunca rahibe olmayı düşünmüştü ve ilk girişimini yirmili yaşlarının başlarında yapmıştı. Bu girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı çünkü manastır yaşamının katılığını fazla kısıtlayıcı bulmuştu. İki yılın ardından oradan ayrılmış ve podiatri eğitimi almaya başlamıştı – bir Ötekinin ayaklarına bakım yapmadaki dini simgeselliğin, dile getirmemiş olsak bile, ikimiz de farkındaydık! Eğitimini tamamladıktan sonra mesleğini pek çok farklı alanda icra etmiş ve her defasında memnun kalmayarak ayrılmıştı. Takdir görmediğinden, desteklenmediğinden şikayetçiydi ve işine gereken değerin verilmediği hissinden kurtulamıyordu. On sekiz ay önce, manastır yaşamına geri dönmeyi denemişti. “Tek istediğim…” diyordu, “kendimi Tanrıya ve Baş Rahibeye adamak, onlara hizmet etmekti.” Bu deneyimi de yine başta olaysız olsa ama çok geçmeden Baş Rahibeyi giderek daha fazla ülküleştirmeye başlamış ve onunla kurduğu bağ kontrolsüzce derinleşmişti. Bayan M. başını Baş Rahibenin çıplak göğüslerine yasladığına ve onun da kendisini sevgiyle kucakladığına dair düşlemler geliştirmişti. Baş Rahibeyi Bakire Meryem’e benzetiyor, muazzam bir güzelliğe ve anlayışa sahip olduğunu, ona adandığını gösteren jestlere sembolik karşılıklar verdiğini düşünüyordu. “Tek isteğim…” diye tekrarladı, “… kendimi ona adamak ve onun en iyi rahibesi olmaktı”. Sanrısal olmayan bu düşlemler Bayan M. için bir yandan aşırı keyif vericiyken bir yandan da oldukça ürkütücüydü.
Tüm bunlar bir süre kontrol edilebilir boyutta kalmıştı ancak sonra kıskançlık patlamaları ortaya çıkmaya başlamış, ardından da uzun ajitasyon ve ızdırap dönemleri gelmişti. Mihrabın çiçek düzenlemelerini kimin yapacağı gibi nispeten ikincil öneme sahip konularda bile eğer kendisi yerine başkası seçildiyse tahammül edilemez düzeyde ihanete uğramışlık ve öfke hisleri yaşıyordu; seçilen kendisi olursa, muazzam bir neşeyle doluyor ama bir yandan da yoğun bir gerilim yaşıyordu. Her iki koşulda da, bu duyguların kabul edilemez / günahkar doğası itibariyle suçluluk duyguları baş gösteriyordu. Bu meşguliyetler haftalarca sürmüş, dualar, meditasyonlar ve nefes egzersizleri fayda etmemişti.
Analitik çalışma, dış koşullardan dolayı sadece üç yıl sürdü ve çalışmaya ciddi oranda direnç hakimdi. Analistin temsil ettiği ‘sekülerlik’, takdir etmeyen nesneyi temsil etmeye başladı; ‘dini’ olan ise bölünmüş bir halde, ülküleştirilmiş kapsayıcı olan olarak kaldı. Winnicott’un ‘çöküş korkusu’nun tezahürleri olarak tanımladığı fenomenşler çalışmayı istila eden belirlenmiş bir anti-gerileme biçiminde net olarak görülebiliyordu. Bayan M.’nin analitik süreçten bilinçli olarak beklediği yegane işlev, Tanrıya teslim olma arzusunu yerine getirmeyi kolaylaştırmasıydı. Analitik sürece teslim olmak ise düşünülemezdi bile. Bu umudunu şu sözlerle özetlemişti: “…. zihnimi çarpıtan erotik ızdıraplardan kurtulmak ve kendimi tanrısal aşka ve hizmete özgürce adamak….”
Yıllar sonra, Bayan M.’nin ülkenin başka bir ucundaki manastıra katıldığını ve rahibelik yemini ettiğini öğrendim.
Telif hakkı: Chris Joannidis
İngilizce’den Çeviren: Elif Okan Gezmiş
KAYNAKLAR
André, J. (1994) Aux origines féminines de la sexualité. Paris. PUF
Aulagnier, P. (1975) La Violence de l’interprétation. Paris. PUF
Bollas, C. (1987) The Shadow of the object. London. FA Books
Ehrlich, L. (2004) The Analyst’s reluctance to begin an analysis. JAPA 52(4): 1075-1093
Ferenczi, A. (1909) Introjection and transference. In M. Balint (Ed.) First Contributions to Psychoanalysis. London. The Hogarth Press
Freud, S. (1921) Group psychology and the analysis of the ego. S.E. 18: 65-143
Freud, S. (1931) Female sexuality. S.E. 21: 225-243
Ghent, E. (1990) Masochism, submission, surrender – masochism as a perversion of surrender. Contemporary Psychoanalysis 26: 108-136
Godfrind, J. (1993) Identité feminine et identité du feminin. Revue française de Psychanalyse numéro spécial congrès
Heidegger, M. (2006) Sein und Zeit. Tübingen: Max Niemeyer Verlag
Heidegger, M. (1992) Gelassenheit. Pfullingen : Verlag Neske
Hinshelwood, R.D. (1997) Catastrophe, objects and Representation. British Journal of Psychotherapy 13: 307-317
Kris, A. (1952) Psychoanalytic explorations in art. New York: International Universities Press
Kristeva, J. (2007) Cet incroyable besoin de croire. Paris: Bayard
Jones, E. (1923) The nature of auto-suggestion. British Journal of Medical Psychology 3: 206-12
Laplanche, J. (1987) Nouveaux fondements pour la psychanalyse. Paris: PUF
Meltzer, D. & Harris Williams, M. (1988) The Apprehension of Beauty. Old Ballachin, Scotland: The Clunie Press
Milner, M. (1987) The suppressed madness of sane men. London: Tavistock Publications
Quinodoz, D. (2001) The Psychoanalyst of the future: wise enough to dare to be mad at times. International Journal of Psychoanalysis 82: 235-248
Schilder, P. (1956) The Nature of hypnosis. New York: International Universities Press
Steiner, D. (1997) Mutual Admiration Between Mother and Baby. In : J. Raphael-Leff & R. Perelberg (Eds.) Female Experience. London: Routledge
Stoller, R. (1985) Sex and Gender. London: Karnac
Winniccott, D. (1975) Fear of breakdown. International Review of Psychoanalysis 1: 103-107
Wittgenstein, L. (1984) Culture and Value. Chicago: University of Chicago Press
Wolberg, L. R. (1945) Hypnoanalysis. New York: Grune & Stratton
ÖZET
Aldanma İhtiyacı Üzerine
Bu makale ‘aldanma ihtiyacı’nın insan psişesinin dürtü örgütlenmesinin temel bir deneyimsel boyutu olduğu görüşünü ortaya koyuyor. Bu ihtiyacın ruhsallığın yapısal biseksüelliğinin bir parçası olan ‘kadınsı’nın ifadesi olarak kendisini anne ile çocuk arasındaki etkileşimin en başından itibaren hissettirdiği savunuluyor. Görünüşe göre bu ihtiyaç erken nesne ilişkilerinin zaruri bir unsuru olarak işlev görür ve dışarıdan gelen algısal ve ruhsal uyaranların alınıp bütünleştirilmesine hizmet eder. Gelişimsel açıdan bu ihtiyaç kendisini çeşitli ilişkisel biçimlerde, yaratıcı kabullenme, alıcılık ve teslim olmadan istismarcı mazoşizme uzanan bir yelpazede, ifade eder.
Bu dinamiğin psikanalitik durum içindeki konumu ve değişimleri nispete kapsamlı olarak inceleniyor.
Anahtar sözcükler : aldanmak, teslim olmak, boyun eğmek, hipnotize olmak